Translate

23 Temmuz 2025 Çarşamba

Beşinci bölüm

Ertesi gün, annemin evinden Venedik’teki evime döndükten sonra kendimi salonun koltuğuna attım. Enerjim tamamen tükenmişti. İçimden ne besteye çalışmak ne de - saat öğlene yaklaşıyordu- yemek hazırlamak gelmiyordu. Bir süre öylece yatıp, boş boş tavanı seyrettim. Belki birkaç saat daha öyle kalırdım ama canım Sofia’m imdadıma yetişti. Telefonum çaldığında ekranında çocukluk bakıcımın adını görünce çok sevinmiştim. Görüntülü arıyordu

Sicilya’dan.

-Ah, Sophia, zamanlaman harika.

-Ne oldu Lana? Yakın zamanda annenle görüşmüş gibisin. Doğrudan konuya parmak basmıştı. Eh Sophia’ydı o.

-Nasıl bildin? Kehanet becerileriyle mi yoksa?

-Yok canım, bunu anlamak için kehanete gerek yok. Sesinden anlarım ben. Ayrıca yüz ifaden çocukluğundan bu yana değişmedi. Annen canını her sıktığında alt dudağın böyle sarkardı. Bazı şeyleri yıllar değiştiremiyor.

-Doğru bildin, deyip, akşamdan bu yana olanları ona özetledim. Beni hiç kesmeden dinledi. En sonunda:

-Canım benim, mümkün olduğu kadar ondan uzak durman gerek. Bir enerji vampiri o. Başkalarının güzel enerjisinden çalıp kendi yaşam enerjisine katıyor. Ve sen her seferinde bu kuyuya düşüyorsun.

-Nasıl uzak durabilirim Sofia? Annem işte. Kapıyı ilk değil de ikinci çalışımda açtı diye neler, ne kötü senaryolar geldi aklıma. Merakımdan öldüm.

-Duramazsın biliyorum. Bir de garip bir çekiciliği vardır. Ben yirmi sene çalıştım yanında, huyunu suyunu bile bile. Çok çatıştım, çok kavga ettim, çok kırdı beni. Ama yine de ne güzel zamanlardı diyorum. Neyse. Dur şimdi. Annen için bir şifa söyleyeceğim sana ama asıl seni önemli bir konu için arıyorum. Su falında çok tuhaf şeyler oldu Lana. Kapı komşum Silvia’nın bir akrabası için su falına bakıyordum, bir şey de göremiyordum doğru dürüst, bugün formda değilim diye düşünmeye başlamıştım, canım sıkılmıştı, akrabasını geri yollamak üzereydim. Derken birden sular sanırsın çekildi ve sen belirdin. Yanında da uğursuz yaşlı bir adam, onun yanında çirkin bir köpek. Adamın üstü başı perişan, elinde bir değnek, ona yaslanarak yürüyor, asık yüzlü, nemrut, eğitimsiz bir hali var. Fakat sen dönüp ona bakınca, birden bire gençleşip, güzelleşiyor, köpek kayboluyor üstü başı pırıl pırıl filan ve siz bir süre öyle elleriniz kenetli duruyorsunuz. Çok tuhaf değil mi? Yakın zamanlarda romantik bir karşılaşma yaşadın mı Lana?

-Eeee, ööööö…

-Ah! Yaşamışsın bile! Çok dikkat et Lana, hatta uzak dur ondan.

Sofia’dan da bir şey saklayamıyordum.

-Belki de yanlış gördün, olamaz mı?

-…

Sonra Şeytan kartı geldi aklıma ama hiç ona sormanın sırası değildi.

-Ne zaman oldu bu su falı olayı?

-Dün. Dün seni aramam gerekirdi. Araya başka işler girdi, arayıp uyaramadım.

-Dün ne zaman?

-Bilmiyorum, belki de saat 16.00 sıralarıydı.

Bienal’de aynalarda birbirimize bakarken yani. Sanki o film sahnesi gibiydik dediğim anı anlatıyordu Sofia. Uzak dur, uzak dur! Anneden uzak dur, dünyanın en çekici erkeğinden uzak dur.

-Zaten şimdilik ortada belli bir şey yok, tekrar buluşacağımız bile belli değil.

-Peki, ben sana söyleyeyim o zaman, madem belli değil, tekrar buluşacaksınız ve o adam seni perişan edecek. Hemen değil. Ama edecek.

-Hiç de değil. Nasıl tanımadığın biri hakkında bu kadar net konuşabiliyorsun? Yüzünü bile görmedin.

-Ben gördüm, sen onun gerçek yüzünü görmedin.

-Sofia kusura bakmazsan bazen abarttığını düşünüyorum.

-Ah…ah. Peki, öyle olsun Lana’cık. Anladım, çok etkilemiş seni, madem görüşeceksin en azından temkinli olacağına söz ver.

-Ne gibi?

-Sana öğrettiğim bir iki şeyi uygula lütfen. Ve gözünü dört aç.

-Tamam Sofia merak etme. Annemle ilgili bir şey diyecektin
şifa olması için.

-Evet evden çık ve enerjini değiştir. Örnek vermek gerekirse terasındaki meyve ağaçlarının yanına git. Onların toprağını filan değiştireceksen değiştir. Yeni çekirdek çimlendir. Elin toprağa değsin. Hayata değsin. Öyle yatıp durma orada tek başına.

Sofia ile konuşmamız sonlandığında Enki hakkındaki söylediklerinden etkilenmemek olanaksızdı. Diğer taraftan, o kadar güzel bakan, güzel konuşan bir adamdan ne fenalık gelebilirdi ki? Canım hiç terasa çıkmak istemiyordu ama çıkarsam kendimi bir nebze daha iyi hissedeceğimden emindim. Saat öğlene geldiğine göre Enki’nin kongredeki sunumu bitmiş olmalıydı. Arasa şimdilerde araması gerekirdi. Telefonuma baktım. Sesinin kapalı olup olmadığını kontrol ettim, boşu boşuna. Açıktı elbette. Sonra da telefonumu gömleğimin cebine attım. Mutfakta biriktirdiğim meyve çekirdeklerinden - yediğim meyvelerin çekirdeklerini asla çöpe atmazdım - bir avuç kiraz çekirdeğini terasta çimlendirmek üzere yanıma aldım. Geçen sefer 5. Element’in aryasını dinledikten sonra aramıştı diye totem yapıp yeniden dinlemek için kulaklıklarımı yanıma aldım. Toprak, saksı ve kürek gibi şeyler terastaki küçük kulübenin içinde vardı zaten. Anahtarımı aldım ve bir üst kattaki terasa çıktım.

Burasını çok eski bir amerikan romantik komedi filminden esinlenerek düzenlemiştim. Filmde Andy MacDowell’ın canlandırdığı esas kızın bitkilere merakı vardı ve nefis bir terasta yemyeşil bitkilere bakıyordu. Esas oğlanı Gérard Depardieu oynuyordu. İkisinin kağıt üzerinde evli gözükmek için kendince sebepleri vardı ve birbirlerini bir şekilde bulmuşlardı. Oldukça çatışmalı geçen günlerden sonra filmin sonunda birbirlerinden vaz geçemez olmuşlardı.

Romantik komedilere oldum olası bayılırım, hele bunu hiç izlemediysem 20 kere izlemiş olmalıyım. İlk izlediğim günden beri o terasta aklım kalmıştı. O yüzden bu katı satın aldığımda, üst kattaki teras seçimimde etkili olmuştu. Katı satın alırsam terası bana ücretsiz tahsis edebileceklerini söylediklerinde havalara uçmuş, hemen evi satın almıştım. Şu anda 50’ye yakın saksıda ağacım vardı. Bunların on tanesi meyve ağaçlarıydı ve hepsini çekirdekten kendim çimlendirmiştim. Kalanı da yollarda bulduğum tohumlardan. Aromatik bitkilerim, başta fesleğen ve biberiye, domateslerim, salatalıklarım, tatlı patateslerim de vardı. Kiraz çekirdeklerini çimlendirip, yarısını aşılamayacak böylece zamanı geldiğinde yazları kirazlarım ve vişnelerim olacaktı.

"Kulaklıkları takıp 5. Element filminin “The diva song” şarkısını açmıştım. Saksıları kulübeden almış, toprakları teker teker içine dolduruyordum, ama aklım Enki’deydi. Aynadaki yansımamız gözümün önünden gitmiyordu. Çekirdekleri çimlensin diye içine atmıştım. Ve sihirli bir şey oldu. Müziğin sesi kesildi ve ekranda onun ismi gözüktü. Enki sesli arıyordu. Eldivenlerimi hızla attım. Sesimin düzgün çıkması için boğazımı temizledim.

-Enki? Merhaba.

-Merhaba güzellik, diyordu telefonun öbür ucundaki ses. Bugün nasılsın?

-Fena değil. Ya sen? Sunumun nasıl geçti bu sabah?

-Fena değil. Bir iki yerde takıldım. Bir iki kere söyleyeceğimi unuttum. Komik yerinde gülmediler. Filan. Olağan şeyler.

-Ah…Evet…Yarın dönüyordun Viyana’ya öyle değil mi?

-Evet…evet…ve dönmeden seni son bir kere görmek isterdim. Eğer zamanın varsa. Eğer uygunsan. Eğer arzu edersen.

İçimden içimden gülümsüyordum. Belki dışımdan da. Eğer arzu edersem mi? Hangi aklı başında kadın bu teklifi reddederdi ki.

-Tabii, dedim, çok isterim.

-O zaman bu akşam beraber güzel bir yemek yiyelim başbaşa. Yalnız ben buraları bilmiyorum, restoranı sen seç. Böyle samimi bir yer olsun, gürültülü olmasın.

-Güzel bir yer biliyorum, ama sana uyar mı bilmem. Nefis bir manzarası var, belki akşam saatinde biraz kalabalık, biraz da gürültülü olabilir…

-Sen güzel diyorsan bana da uyar. Nefis bir manzarası var diyorsun, o zaman biraz gürültüye razı geleceğiz. Bana ismini söyle, rezervasyonu yapayım.

-Terrazza Danieli, Otel Danieli’nin restoranı dedim hiç tereddüt etmeden. Madem zevklerimi önerilerimi dikkate alıyorsunuz beyefendi, o zaman gün batımının saatini de google’layıp ona göre rezervasyon yaptırın diye size küçük fakat etkili bir tüyo vereyim. Manzara gün batımında nefes kesici oluyor.

-Gün batımlarını izlemeyi çok severim. Ben gerekli işleri görüp sana mesaj atarım Lana. Gün batmadan görüşmek üzere diyeyim o zaman.

-Anlaştık!

Telefonu kapatır kapatmaz Google’dan gün batımının saatine baktım. Hazırlanmak için çok fazla vaktim yoktu: sadece 4-5 saat. Ah! Tırnaklarımın içi toprak dolmuştu. Bu halde romantik randevuya asla gidilmezdi. Kürekleri saksıları toprağı öylece bırakıp, evime inip, ılık duşun altına attım kendimi. O arada yağmur yağarsa açıkta bıraktığım toprak çamur olacaktı. Yağmasın diye dua ettim. Ayrıca yağmur yağarsa Terrazza Danieli’nin kapalı tarafında oturmak zorunda kalacaktık. Çok anlamsız olacaktı. Duştan sonra, tekrar telefonumu elime alıp yağmur olasılığına baktım: yüzde beş. Güzel. Gönül rahatlığıyla hazırlanmaya devam edebilirdim.

"Ben onlarca seçeneğin arasından bir kıyafet seçmeye çalışırken Enki’den beklediğim mesaj geldi. 19.45’e rezervasyon yaptırmıştı. Mükemmel bir gece beni bekliyordu. Çiçekli ipek elbisemi giyecektim. Dekolte ve sırtı açıkta bırakan, ince askılı, beli belime tam oturan, eteği dizlerimde. Belki omuzlarıma çiçeklerin tonundan pastel silik pembe bir şal atardım. Hafif bir gece makyajı. Hafif çiçekli bir parfüm. Pırasa gibi düz koyu kumral saçlarımı maşa ile dalgalandırmıştım, biraz hacim kazanmışlardı. El ve ayak tırnaklarıma koyu kırmızı şarap rengi oje sürmüştüm. Sallantılı küpeler ve tasarımlı yüzükler. Dairenin giriş kapısının yanında duran boy aynasında kendime baktım. Fena gözükmüyordum. Enki beni böyle beğenecekti.
Saat tam 19.45’te Terrazzo Danieli’nin terasından içeri girdim. Gözümle masaları taradım. Ve işte oradaydı. Yüzünü denize dönmüş, bir kolunu boylu boyunca korkuluğa yaslamış, düşüncelere dalmıştı, aklından kim bilir neler geçiyordu. Yanına varıncaya kadar beni fark etmedi. Yakınına geldiğimde ayağa kalktı. Gözlerinin içiyle gülümsedi.

-Hoşgeldin Lana. Çok dakiksin!

-Hoşbulduk.

Beni baştan aşağıya beğeniyle süzdü fakat gözlerindeki beğeniyi söze dökmedi.

-İstersen karşıma oturma da, yanıma geç, yoksa manzaraya sırtını dönmüş olacaksın.

Ben de onu tepeden tırnağa süzdüm, o yeniden yüzünü manzaraya döndüğünde. Üzerinde uçuk pembe, biraz seyrek dokunmuş tiril tiril kumaştan hoş bir yazlık gömlek vardı, kollarını dirseğine kadar kıvırmıştı. Altına da krem rengi boyuna posuna yakışan kumaş pantolon giymişti.

-Gerçekten manzara müthişmiş, dedi.

-Öyle.

Karşılıklı değil de doksan derece açıyla oturduk. Gökyüzü kızıllaşmaya başladığında, renkler yüzüne de vurdu. Gözlerinin elalığı daha fazla ortaya çıktı. Gülümsediğinde o kadar etkileniyordum ki bazen gözlerimi kaçırmak zorunda kalıyordum. Kadınlar üstündeki etkisinin kesinlikle farkında olmalıydı.

-Annen nasıl?

-Gayet iyi, dedim. Ayrıntısına girip hem onun hem kendi canımı sıkmak istemiyordum.

-Küçük bir sorunu varmış, biraz büyütmüş.

-Ah, dedi. Oluyor işte öyle. Neyse ciddi bir sorun olmasındansa böylesi daha iyi.

Bir süre sessizlik oldu. Garsonlar yanımıza gelip, sipariş aldılar. Ben mürekkep balıklı spaghetti istedim. O da benim istediğimin aynısını isteyip gene o dayanılmaz cazibeli gülümsemesiyle bana baktı muzipçe. İçkiye sıra gelmişti.

-Biliyorum bu romantik akşam yemeği ve bu güzel manzarayı şarapsız deneyimlemek son derece uygunsuz fakat ben içki içmiyorum, dedi. Sıkıcı bir istek olsa da soda alacağım. Benimse içkiye ihtiyacım zaten yoktu. Onun tercihinin sebebini sormak istemedim. Kendi anlatsın istedim. Belki şu an değinmek istemediği bir sağlık sorunu vardı. Ya da başka bir şey. Sabah hissettiğim yorgunluktan eser kalmadığını fark ettim o an. Enerji seviyem ne kadar da aklımda olan insanlara bağlıydı.

-Ben de soda alayım, dedim garsona.

-Lütfen benim için kendini kısıtlama, içinden geldiği gibi yap.

-Endişelenme Enki. İçimden geleni yapıyorum zaten.

İnanmaz bir ifadeyle yüzüme baktı.

-Gerçekten.

Elini şefkatle omuzuma koydu. Sonra çekti. O baştan çıkarıcı erkeksi koku burnuma geldi. Ve her nasıl olduysa Sofia’nın öğüdü de aklıma. Güneş batmadan ondan öğrendiğim numaralarımdan birini uygulamalıydım. Ortamın bütün romantizmini mahvetmek uğruna.

-Çok güzel bir akşam, dedi. Uzun zamandır kendimi bu kadar huzurlu ve aynı zamanda canlı hissetmemiştim.

Kendi hakkında fazla konuşmamıştı onunla tanıştığımdan beri. Gizemli havayı dağıtacaktım biraz. Kendi yöntemlerimle. Pembe gömleği gözüme kestirmiştim. Emindim, ilginç bir hikayesi vardı.

Masanın yakınındaki korkuluğa o an küçük bir serçe kondu. Elimde ekmek ufalayıp, avucumu uzattım. İçimden serçeyle konuşuyordum bir yandan. Korkma dedim ona. Elimden korkma sakın. Benden, bizden korkma. Serçe başını bir bana bir Enki’ye çevirdi. Sonra avucumu korkuluğa daha da yaklaştırdım.

-Hadi gel, dedim serçeye bu sefer dışımdan, fısıldayarak. Korkma.

Serçe zıp zıp zıp zıplayarak, masanın üzerine geldi, parmağımın ucunda durdu. Son bir kere başını Enki’ye ve bana doğru çevirip, ufalanmış ekmekleri avucumun içinden elimi gıdıklayarak gagasıyla aldı. Sonra arkasını döndü ve uçup gitti.
Enki bir süre sessiz kaldı. Sonra:

-Bunu ilk defa görüyorum, dedi. Serçeler çok ürkek olmaz mı? Nasıl yaptın?

Ona sadece gülümsedim. Sıra gömlekteydi. Ruhu bile duymayacaktı. Ama ben buna hazır mıydım? Güzel bir gecenin başındaydım, çekici bir yabancıyla başbaşa yemek yiyordum. Şimdi bu güzel ortamı gerçeklerin acısıyla bozmanın sırası mıydı? Çünkü bunu herkes bilir, bir soru sorduğun zaman cevabına katlanacaksın. Hoşuna gitsin, ya da gitmesin. Yok eğer kötü bir cevap duymak istemiyorsan o zaman hiç soruyu sormayacaksın. Bir insana, ya da bir nesneye, hiç fark etmez. İlke aynı.

Hazır değildim. Ama içimden zorladım kendimi. Gözümü kapatınca Enki’nin insanı darmaduman eden gülüşü geliyordu aklıma. Savdım onu. En kötüsüne hazırladım kendimi. Sofia’nın su falında çıkan uğursuz yaşlı adamı düşündüm.

-Eee, Lana? İyi misin? Her şey yolunda mı? diyen sesini duyana kadar her şey yolundaydı. Çömezlik işte. Böyle ulu orta yapılır mı?

Gözlerimi açtım.

-Evet! Biraz başım döndü sadece, diye bir yalan attım.

Ama yalan söylemek gücümü her zaman seyreltmiştir. Masum bir yalan olsa bile. En iyisi bazı şeyleri 
onun ağzından öğrenmekti.

-Önemli bir şey değil. Merak etme. Ee? Enki? Seni daha yakından tanımak istiyorum.

-Ne bilmek istersin? diyerek derin bir nefes çekti gözlerini gün batımına çevirip. Viyana’da tek başıma yaşıyorum. İşletme okudum. Eski eşimden boşandıktan sonra bir sene Çin’de yaşadım ve orada bir hocadan Akupunktur ve bütünsel şifa formasyonu aldım. Ayrıca 3. seviye Reiki ustasıyım.

-Bir senede bütünsel şifa öğreniliyor mu ki? diye sordum.

Enki cevap vermedi, zaten o sırada garson araya girip tabaklarımızı getirdi.

-Acıktım, tabaklar tam zamanında geldi, dedi.

Bir süre ikimiz de konuşmadan tabaklarımızdakini yedik. Mürekkep balığı soslu spaghettinin üstüne parmesan da serpmişlerdi. Biraz sarımsak. Yemekler nefisti doğrusu. Sodamdan bir yudum aldım. 

-Sıra sende, dedi Enki.

-Konservatuarın piyano bölümünde okuduğumu söylemiştim zaten geçen sefer, dedim. Çocukluğum Milano’da geçti. Annem de babam da müzisyen olunca konservatuar biraz kaçınılmazdı benim için. Ben 4 yaşındayken boşandılar. Beste çalışmalarım var ve şu an güzel bir yerden önemli bir iş aldım. Yaklaşık altı yıldır Venedik’te yaşıyorum.

-Hmm, sanatçı ailenin sanatçı kızı, dedi Enki. Peki hiç evlenmedin mi?

-Hayır.

-Peki düşünüyor musun?

-Bilmem? Bu bir teklif mi? dedim çatalı elimden bırakıp arkama yaslanarak gülerken.

Paniklediğine inanamadım. Yüzü asıldı.

-Tabii ki hayır, dedi.

İlk defa bu kadar sevimsiz bir haline tanık oluyordum. Espri anlayışı neredeydi? Boşanırken eski eşine mi bırakmıştı? Dilimin ucuna kadar geldi fakat söylemedim. Fakat beni daha da sinirlendiren bir şey oldu. Yemek esnasında telefonu çaldı. Sessize bile almamış diye düşündüm. Demek benden daha önemli birileri vardı…peki… Telefonunun çalması yetmiyormuş gibi bir de izin isteyip ayağa kalktı ve beni masada tek başıma bıraktı. İyice sinirlenmiştim fakat yalnız kaldığıma göre ve hava da henüz kararmadığına göre, birkaç dakika Sofia’nın öğretilerini uygulama fırsatım vardı. Masadan on adım uzaktaydı. Sırtını dönmüştü. Uçuk pembe o gömleğin hikayesini öğrenmenin tam sırasıydı.

2 yorum: