Sonra tabii ki kahve içmeyi kabul ettim ve sohbetimiz iki saati aştı. Bienalden, sanattan, müzikten, filmlerden, festivallerden, çocukluktan, gençlikten yarı derin ve felsefi yarı havadan sudan nefis bir sohbetimiz olduğunu hatırlıyorum. Güneş kara yönünde hızla alçalıyordu. Hiç batmasın istiyordum ve batıya bakıp duruyordum. Sanki güneşin batışını bakışımla yavaşlatabilirmişim gibi. Ortalık loşlaşıp, sokak lambaları yanmaya başlayınca - günün en sevdiğim saati- Enki izin istedi. Kaçınılmaz olarak diye düşündüm içimden. Bir konferansta konuşmak için Venedik’e davet edilmişti ve iki gün daha kalıp Viyana’ya, evine dönecekti. Konuşması ertesi gün erken saatteydi ve akşamdan notlarını son kez gözden geçirmek istiyordu. İş, iş, iş. Tabii dedim ona. Benim de işim vardı. Hatta onunla sohbet etmek adına ertelemiştim. İyi mi yapmıştım, kötü mü? Uzun zamandır çekici bir adamla bu kadar hoş bir sohbet etmemiştim. Doyamamıştım. Aşk değilse bile içime ilk anda bir coşku dolmuştu. Onu tekrar görmek istiyordum. En. Kısa. Sürede. Ertesi gün konuşmasına davet etmesini bekledim. Ya da konuşma bittikten dönüşüne kadar geçen sürede tekrar bir buluşma teklif etmesini. Etmedi! Bir şey söylemedi. Onun özel hayatı hakkında tek bildiğim boşanmış olduğu, ve boşandığından beri Viyana’da yalnız yaşadığıydı. Uzun zamandır ciddi bir ilişkisi yoktu. İşiyle ilgili konuşmayı çok sevmediğini fark ettim. Sorunca, elini havada şöyle bir sallayıp, önemli bir şey değil dercesine:
-Şifacıyım, dedi.
Bir kere konuyu netleştirmeyi denedim:
-Şifacı derken, yani daha çok hastabakıcı ya da tıp doktoru gibi mi? Yoksa yoga eğitmeni gibi mi? diye üsteledimse de konuyu başka yere çekti. İş konusunun etrafındaki bu esrarengiz havaya anlam verememiştim doğrusu. Kesin olarak tek bildiğim şuydu: erkekler işlerinden konuşmaya bayılır, hatta susturmak, onlarla başka konudan konuşmak zordur. Böyle olmadığı zaman, o işte bir bulanıklık olduğunu bilirdim. Neyse ne, diye düşündüm, nasılsa önünde sonunda ortaya çıkar.
O akşam, Giudecca’ya beraber geldiğimiz vaporettoya tek olarak binip, evime döndüm. Girişte pabuçlarımı bir tarafa attım, çantamın içinden cep telefonumu alıp, çantayı ve anahtarları kapının hemen yanındaki bankın üzerine bıraktım. Salona yöneldim. Alçak kitaplığın en üst bölümünde bulunan mor taşlı ahşap kutunun içinden tarot destemi çıkardım. Mor kadife örtüyü orta sehpaya serdim. Başka bir ahşap kutudan, sandal ağacı tütsüsü çıkardım. Masada duran mumu da tütsüyle beraber yaktım. Enki’yi gözümde canlandırarak desteyi elimde karıştırdım. İlişki açılımı yapacaktım, büyük arkana kartlarından. Ses kaydını açtım.
“On beş Ağustos iki bin on beş Cumartesi. Enki ve benim ilişkimizin açılımı. Üç kartlık ilişki açılımı. Birinci kart, kendini ilişkimizde nasıl gördüğü, … ermiş kartı… Ermiş mi? Ama Ermiş yalnızlıktır.”
"Destede duygusal açıdan olumsuz olabilecek ender kartlardan biriydi.
“İkinci kart, engeller kartı, …bu ne…? desteyi iyi karıştırmadım galiba… şeytan.”
Tehlike işaretiydi. Bugüne kadar hiç engellerimde ortaya çıkmamıştı. Ürkmüştüm.
“Üçüncü kart yakın gelecek kartı… Şükürler olsun Güneş çıktı. En olumlu kartlardan biri. Fakat diğer ikisine ne demeli?”
Bir an için Sofia’yı aramak istedim. Sofia böyle zamanda en doğrusunu bilirdi. Bana endişe edecek bir şey yok diyecekti. Bazen tarot da yanılır. Yani bazen korkuların o kadar baskın olur ki, tarot gelecek yerine sana korkularını anlatır. Ses kaydını durdurdum. Mumu söndürdüm. Tam o sırada telefonumdan klasik bir arya yükseldi. Annem görüntülü arıyordu. Çok sık aramazdı, hele görüntülü aramalarla arası hiç yoktu, önemli bir şey olmuş olmalıydı, ya da önemsiz. Hah. Hemen yanıtladım:
-Ah Lana! Hemen ilk trene atla Milano’ya gel.
“Merhaba nasılsın” bile demeden. Ama bu zaten olağan bir şeydi. Görüntülü aradığının farkında değildi, telaştan yanlış tuşa basmış olmalıydı çünkü makyajı akmıştı saçı başı dağılmış perişan görünüyordu. Asla bu halde kimseye görünmek istemezdi. Kızına bile. Zaten kameraya da bakmıyordu, doğrudan telefona konuşuyordu. "-Ne oldu anne? Evine hırsız filan mı girdi? Endişelendirme beni söyle çabuk ne oldu?
-Ah Lana! Çabuk gelmen gerek. Hırsız girmedi. Ama hemen gelmen gerek. Lütfen bunu senden rica ediyorum, dedi ve telefonu kapattı.
Annem “lütfen” ve “rica” sözcüklerini bir arada kullandığı zaman onun istediğinden başka bir şey yapma şansın yoktur. Gerçi kullanmasa da yoktur. Ama kullandığı zaman hiç yoktur. Sofia’yı arama ihtiyacını ikinci kere duydum. Fakat Milano’ya acilen hareket etmem gerekiyordu. Telefondan tren saatlerine baktım. Saat 21.35’te kalkan trene yetişebileceğimi düşündüm. Yolculuk yaklaşık iki saat sürecekti ve annemin sorununu hallettikten sonra gece yarısı Venedik’e dönmek istemiyordum. Geceyi onun Milano’daki evinde geçirecektim. Kısa yolculuklar için hazırda tuttuğum bir çantam vardı, diş fırçası ve gerekli ufak tefek banyo malzemeleri, birkaç rahat kıyafet ve temiz iç çamaşırı olurdu içinde. Bir de eski fakat hala kullanılabilir durumda olup, evdeki bilgisayarımın hafızasına erişebilen küçük bir dizüstü bilgisayar ve kulaklıklar. Yolda biraz çalışırdım belki. En kötüsü araştırmalarımı derinleştirebilirdim. Bu tür gündelik ayrıntıları düşünmek zorunda kalmadan acil bir durumda elimi attığım gibi çantayı alıp gidebilmek değerliydi. Elbise odasının dolabının en dibindeydi. Hemen oradan alıp hızlıca hole yöneldim. Cep telefonum, anahtarım, cüzdanım hepsini deri çantaya attım. Trene yetişmeye çalışırken koşmam gerekebilir diye düz tabanlı rahat bir ayakkabı geçirdim ayağıma. Kapıdan çıkmak üzereyken, tekrar arya duyuldu. Bakamayacaktım. Binanın asansöründen inene kadar arya ısrarla duyuldu. Elimdeki çantanın içinden çıkarıp bakamıyordum. Binanın kapısının önüne gelince elimdeki koyu renki deri seyahat çantasını yere bırakıp telefonu içinden çıkarmak zorunda kaldım.
-Anne? Ne oldu?
-Geliyor musun Lana? Senden acilen gelmeni rica ettim.
-Ay! Yoldayım işte anne, on beş dakika olmadı rica edeli. Işınlanma henüz icat edilmedi, biliyorsun değil mi, trenle Venedik’ten geleceğim, yan komşun değilim…
-Ha, yoldasın. Peki, çabuk ol! dedi ve tekrar kapattı telefonu.
Derin nefesler almaya çalışıyordum. Çene kaslarımı gevşetmeye ihtiyacım vardı. İstemsizce alt dudağımı ısırdığımı fark etmiştim. İyi miyim? Kötü müyüm? İşim mi var? Hasta mıyım? Misafirim mi var? Moralim mi bozuk? Bunlar umurunda bile değildi. Bazen babamın onu alayla La Diva diye çağırmasını istemesem de haklı buluyordum. Hak ediyordu. Asıl meselenin babamın artık onun adını ağzına bile almak istememesi olduğunu bilsem bile.
Venezia Tren Istasyonu’nda beni Milano’ya götürecek trenin peronunu tablodan kolayca buldum. Hareket saatine 10 dakika vardı. Rahatça yetişecektim. Otomatik makinelerden bilet işlemini hallettim. Trende numaralı yerime yerleştim. Şansıma masalı koltuk gelmişti. Rahatça bilgisayarımı açıp çalışabilecektim. Kulaklıklarımı telefonuma bağladım. Gözlerimi kapattım. Ne kadar yoğun bir gün olmuştu. Her zamanki rutinimin dışındaydı. Bienal işlerini bir türlü sevemesem bile onlara karşı hep bir çekim duyuyordum, hem nadiren de olsa bazısı beni etkileyebiliyordu. Youtube’dan Beşinci Element’in aryasını arattım. Hemen ilk sırada çıkıvermişti “The Diva Dance”. Oynat ikonuna basmamla annemden kaynaklı gerginliği ve öfkeyi müzik görünmez bir sünger gibi içine çekip yok etti. Gözümün önüne Enki ile aynadaki yansımamız geliyordu hatta kokusunun bile burnuma geldiğine yemin edebilirdim. Ne kadar hoştuk. Dosdoğru bir filmden çıkmış gibiydik. Sanki o an bir filmden alınmıştı ve ben başroldeydim. Yaşı benden biraz büyük gibiydi. Ama bakışları ne güzeldi. Yumuşacık. Ve erkeksi. Ben bunları düşünürken, kulaklıklardaki müzik sesi aniden kesildi, telefon çalıyordu. Ekrana bakmamla kalbim bir an için bir nohut tanesi boyutuna indi. Arayan Enki’ydi. Derin bir nefes alıp, sakinleşmeye çalıştım. Açarken sesimin tonunu tam ayarlayamadım, kedi yavrusu gibi çıktı.
-Enki?
Ama fark etmemişti galiba.
-Merhaba Lana, dedi kısık sesle, neredeyse fısıldıyordu. Bugünkü sohbetimiz harikaydı. Az önce tekrar düşünüyordum. Aynadaki o halimizi mesela. Uyumadan önce sesini yeniden duymak istedim. İyi misin, her şey yolunda mı?
Tutup da annemle ve sorunlarıyla onu bunaltacak halim yoktu.Bu sefer sesim normal konuşma sesi gibi çıktı çok şükür.
-İyiyim Enki. Aramana sevindim. Şu an trendeyim. Milano’ya annemi görmeye gidiyorum. Yarın dönerim bir aksilik olmazsa.
-Öyle mi? Annene gideceğini söylememiştin.
-Evet bilmiyordum çünkü. Bana da sürpriz oldu.
-Bir terslik yok ya?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder