Translate

25 Temmuz 2025 Cuma

Yedinci bölüm

Ertesi sabah saat 07.00’de alarmsız ve uykumu almış olarak uyandım. Gözümü açar açmaz içimdeki kıpırtıya önce bir anlam veremedim. Enki’yi sonradan hatırladım ve yüzüme bir gülümseme, kalbime bir ağırlık oturdu. Giderken hiçbir şey dememişti. Beraber yemek yeyip dans ettiğimiz bir önceki gece, Enki tam bir centilmen gibi beni evime bırakıp oteline dönmüştü. Beni öpmeye bile çalışmadan. İçeri girmek için bir teklifte bulunmadan. Ben de onu davet etmemiştim. Sadece ayrılırken gözümün içine o güzel gözleriyle öyle bir bakmıştı ki, on, yüz, bin öpüşmeye değişmezdim zaten. Gözlerime bakmış ve alnıma düşen bir tel saçı tutup geriye atmıştı. Hepsi bu. Ne bir vaat, ne bir elveda.

Yatak odasından çıkıp salona geçtim. En rahat geniş üçlü koltuğa gömüldüm. Bacaklarımı hep rahat oturacağım zaman yaptığım gibi bağdaş kurdum. Sırtımı yasladım, gözlerimi yumdum. Rahatlamaya çalışıp, içimi dinledim. Tüm bunlar ne demek oluyordu? Tüm bunlar hakkında ne düşünmeliydim? Hiç bilmiyordum. Hiç. Sofia’yı arayıp dertleşsem, bana ondan uzak durmamı söylemişti zaten. Anneme anlatmak söz konusu bile değildi. Babamın zaten hiçbir şey umurunda değildi. En son derdi bendim. Tarot açabilirdim, ama hiç içimden gelmiyordu. Piyanomun başına geçtim. Birkaç notaya bastım. Müzik bile bana bir şey ifade etmiyordu. "İçim karmakarışıktı. Durulmaya ihtiyacım vardı. Kendimi yeniden merkeze almaya. Yaşadıklarımla arama biraz olsun mesafe koymaya. Bunun için harika bir yöntem biliyordum. Kadim bir yöntem: yoga. Hem de yavaş olanından yapacaktım: yin yoga.

Hemen, salonda şöminenin yanı başında duran hasır sepetin içindeki matı alıp koltukların arkasındaki boş bölüme serdim. Solumda, iç avlunun ağaçlarını gören balkonun kapısının önünde, yoga için boş bıraktığım bir alan vardı. Salondaki müzik sistemini yarım saatlik yoga müziğine ayarladım. Ve üçer dakika boyunca tam on pozda durdum. Bittiğinde kaslarım pamuk gibi olmuştu. Kendimi harika hissediyordum. Yogaya başladığımda Enki’den başka bir şey düşünemiyordum, bittiğinde ise Enki biraz olsun geri planda kalmıştı. Bu kadarı bile ihtiyacım olan daha sağlıklı düşünmek için yeterliydi. Daha da iyi hissetmek için sıcak bir duşa girdim. Saçlarımı da yıkadım. Güzel kokulu vücut yağları ile bakımımı tamamladım. Temiz ve kendime yakıştırdığım rahat ve sade kıyafetler giydim: beyaz, kalçayı örtecek kadar uzun bir bluz ve pamuklu siyah bir tayt.

Öpmeden, hoşçakal ya da elveda bile demeden gitmek. Bu onun seçimiydi. Ne anlama geliyor diye düşünüp, o mu, bu mu, şu mu diye kendimi yemek ya da yememek de benim. Her davranışına bir anlam arayıp yüklemek yerine, kendi davranışlarımı belirlemek daha akıllıcaydı. Önümde bolca zamanım olsa da, sipariş bir bestem vardı. Hem de kariyerim için dönüm noktası olabilecek önemde bir işti bu. Piyanomun başına döndüm. Enki’yi ve ardında tozu dumana katan etkisini de geriye doğru ittim. Son çalışmalarıma göz attım. Notlar almıştım. Onları okudum. Aslında okuyabildim demeliyim. Ve çalışmama kaldığım yerden devam ettim. Çalışmaya kendimi verdikçe, Enki geri planda kaldı, Enki geri planda kaldıkça, çalışmam ilerledi ve bu şekilde saat öğlen oluncaya kadar odaklanarak verimli şekilde çalıştım. Öğlende karnım guruldamaya başlamıştı. Bugün buzdolabı ve kilerdeki malzemelerden yiyecek bir şeyler yapmaya çalışacaktım. Dışarı çıkıp zaman kaybetmek istemiyordum. Hatta aklımda, kalmış sebzelerden basit bir kiş yapma fikri vardı. Beni birkaç gün idare ederdi. Yarın da yanına bir salata eklerdim. Telefonum çalmaya başladığında kişin hamurunu yoğurmakla meşguldüm. Arama zili arayanın Sofia olduğunu haber veriyordu. Bir parmağımı beze silip telefonun ekranında bağlan düğmesine bastım, ardından konuşmayı hoparlöre aldım.

- Lana’cım canım benim, neler yapıyorsun bakayım? diyen sıcak sesini duyduğuma sevinmiştim doğrusu.

Kısacık hal hatır sorduktan sonra, konuyu dolandırmadan sadede getirmişti. Konuşurken bir yandan yemeği hazırlamaya devam ediyordum.

-  Söyle bakalım, yakışıklı prensle son durumlar nedir? Yemeğe çıktınız mı?

- Çıktık, çıktık.

- Nasıl geçti? Dur tahmin edeyim, dedi. Yemeğe çıktınız seni baştan çıkardı fakat sonra giderken belirsizlik ve soru işaretlerine boğdu. Sen de şu an soru işaretlerinin arasında boğulmamak için cebelleşiyorsun.

Bazen bu isabetli tahminler sinir bozmaktan öte, canımı yakıyordu.

- Tam olarak öyle değil ama yaklaştın, dedim.

Sofia - bu sefer görüntülü değil sesli arama yapmıştı- sesimdeki sıkıntılı tınıyı hemen fark etmişti.

- Bebeğim… Yapma… Üzülmene dayanamam…Bak tatlım, bir erkek seni hayatında istediği zaman: net olur. Herhangi bir soru işareti bırakıyorsa gerisinde, bil ki bu iş yaş. Hemen uzaklaşacaksın oradan. Belirsizlik ve soru işaretlerine tahammül etmek zorunda değilsin.

-  Tamam da Sofia, şu an ilişkinin çok başı, netlik talep edebilecek pozisyonda değilim.

- Ayrılırken ne dedi sana mesela? Tekrar seni görmek isterim dedi mi?

- Hayır.

- Ne dedi peki?

- Hiçbir şey.

- Hah. Ne güzel. Kapıyı açık bırakıp çekti gitti! Bu ne demek bak sana bunun dilimizdeki karşılığını vereyim: senden istediği gibi ve istediği zaman gelip gitme izni aldı. Senin üzerindeki etkisinin farkında ve canı nasıl istiyorsa öyle yapacak. Nasılsa sen ondan gelen her şeye razısın.

Haklıydı. Her zaman da haklı olmuştu bugüne kadar.

- Peki ne yapacaktım? Alt tarafı beraber bir kahve içtik bir de yemeğe çıktık. Üstelik başka bir ülkede yaşıyor. Ve bugün ülkesine dönüyor.

- O zaman bırak dönsün ülkesine. Sen o yokmuş gibi hayatına devam edeceksin. Başkalarıyla görüşmeye açık ol. Ve onunla yaşadığın güzel olan ne varsa yokmuş gibi davran. Çünkü sana net bir sözü yok. Netlik yoksa ortada bir ilişki de yok. Bunu sakın unutma Lana’cık.

-  Bu konuyu düşüneceğim, dedim.

Ve görüşmeyi sonlandırıp, yemek yapmaya devam ettim. Aklımda Sofia’nın söylediklerini ölçüp biçiyordum. Haklıydı, hem de yerden göğe kadar. “Netlik yoksa ortada bir ilişki de yok” diye kendime tekrarladım. Tam o sırada küçük Istanbul planımız aklıma gelmişti. Söz almıştım ondan. Sofia’ya bunu anlatmayı atlamıştım. Ama zaten onu gözardı ederdi. Biliyordum. Giderken ne dediğine önem veriyordu çünkü. Ama insan bazen gözleriyle de konuşamaz mı? “Netlik yoksa ortada bir ilişki de yok”. Kiş hazırdı. Fırına attım. Pişmesini beklerken, ortalığı toparlamaya koyuldum. Ortalığı toparlarken bana güzel bir müzik eşlik etmeliydi. Mesela beni araması için totem yaptığım 5. elementin aryası, the Diva Dance. Unu kilerdeki yerine kaldırırken totem tekrar işledi: the Unchained Melody çalmaya başladı: Enki arıyordu. Herhalde havaalanından hoşçakal demek için diye düşündüm.

- Lana! Ah! Açmayacaksın sandım bir an. 

Kalbim küt küt çarpıyordu.

- Ne yapıyordun? Hemen şu an, ne yapıyordun?

- Kiş yaptım, ortalığı toparlıyordum, dedim gülümseyerek.

- Kiş mi? Neli?

- Sebzeli.

- Eminim senin yaptığın kiş bile bir sanat eseridir. Ah! Lana, ben dün gece otele sarhoş gibi döndüm. Bir o koltuğa oturdum odada, bir bu yatağa. Seni arayacaktım, sonra vazgeçtim. Rahatsız etmek istemedim.

- Enki sen şu an neredesin? Havaalanında olman gerekmiyor mu? Arkadan hiç ses gelmiyor…

- Dur işte sabırsız kız, sana onu anlatıyorum… Havaalanındaydım, son anda caydım ve otele geri dönüyorum. Uçak biletimi ertelemeye çalışıyorum, telefondan biraz zor oluyor ama uğraşacağım. Bu gece de Venedik’teyim. Senin programını sormadan yaptım tüm bu ayarlamaları ama bu öğleden sonranı bana ayırabilirsen gerçekten şahane olur. Seni, çok seveceğini düşündüğüm bir yere götürmeyi planlıyorum. Ne olur evet de!

Duyduğuma inanmakta zorlanıyordum zaten, nasıl hayır diyebilirdim ki? Kabul ettim. Nereye götüreceğini tüm ısrarlarıma rağmen bir türlü söylemedi. Sürpriz yapmak istiyordu ve ona güvenmemi istedi. Güveniyordum. Saat 15.00’te beni kapımdan gelip alacaktı. Zamanlama da mükemmeldi. Sabah çalışmış olmam da mükemmeldi. Enki de mükemmeldi. Hayat da mükemmeldi. Her şey olması gerektiğinden daha güzeldi. Telefonu kapatınca bu sefer enerjik bir müzik koyup neşeyle dans etmeye başladım.

Saat tam 15.00’te kapı çaldı. Ojelerime kadar hazırdım. Son kez aynada kendime baktım. Fena da görünmüyordum hani. Kapıyı  açtım.  Enki  kapının  çerçevesine  yaslanmıştı. Gülümsemesi ışıl ışıldı ve sanki bunun farkında değilmiş gibi davranıyordu. Beni baştan aşağı süzdü. Gözlerinde beğeniyi okuyabiliyordum.

-Sana telefonda söyleyecektim sonra unuttum ama sen zaten pantolon giymişsin. Çok isabetli olmuş…

Sonra elimden tuttu:

- Hadi bakalım gidiyoruz, her şeyi araştırıp ayarladım, dedi.

- Hala söylemeyecek misin nereye gittiğimizi?

- Biraz sabır, dedi tek cevap olarak ve yüzünde muzip bir gülümseme belirdi. Ah… Enki…Gülümsemenin öylesi de böylesi de o kadar yakışıyordu ki ona.

Ve yola koyulduk. İki vaporetto ve bir tren yolculuğundan sonra, anakaradaki Venedik sınırlarının dışına çıktık. Saat dörtte yemyeşil kırların arasından geçerek bahçesinde minderlerin serili olduğu, giriş kapısının solunda kalan geniş kumluk alanda bir kadının at bindiği bir çiftliğe gelmiştik. Enki yolculuk boyunca elimi bırakmamıştı.

- İşte geldik! dedi. Eliyle çiftliği göstererek. Burası ata binilebilen halka açık bir restoran-çiftlik. Hayvanlarla aran iyi madem atları da seversin diye düşündüm.

- Sevmek ne demek! Bayılırım, diye cevapladım. Yunuslarla beraber en sevdiğim hayvan olur atlar.

- Demek doğru tahmin etmişim! Hadi gel. Belime sarıldı ve çiftliği gezmeye başladık.

İlk olarak ahırların oraya gittik. Ahırlara yaklaştıkça havadaki at kokusu yoğunlaşmıştı. Birbirinden güzel atlar başlarını yan yana dizili beyaz ahşap kapılı bölümlerinden çıkarmışlardı. Enki elimi bırakıp, açık kahverengi tüyleri olanının başını sevdi. Yanağını atın yanağına dayadı. Sonra elimi tuttu ve atı "beraber sevdik. Atın tüyleri sertti ama sıcacıktı. Ve onu sevdiğimiz zaman gözlerini kapatıp memnuniyetini belli ediyordu. Enki yerdeki fırçayı alıp atın boynunu fırçaladı uzun uzun. İçim huzur dolmuştu.

- Binmek isterseniz, Tobby’i sizin için hazırlatabilirim, dedi arkamdan bir ses.

Çiftliğin seyislerinden biriydi. Enki gözümün içine baktı. İstiyordum. Başımla evet diye işaret ettim.

- Siz açık manejin kapısında bekleyin dedi seyis. Ben Tobby’i ve beyefendi için uygun bir atı hazırlatıp geleceğim. On beş dakika kadar sürebilir.

Açık manej dev gibi bir alandı. İki değil aynı anda 5 at koşabilirdi. Yerler kum kaplıydı. Geldiğimizde ata binen kadın ilerdeki çimlerin üzerindeki minderlere yayılmıştı. Elinde bir içki bardağı vardı. Ve bir kitap.
Çok geçmeden bana Tobby’i, Enki’ye de simsiyah bir at getirdiler. Enki’nin yardımıyla bindim. Enki yardımsız binebildi. İkimiz de at sırtındaydık. İlerdeki ufuk çizgisine baktım: güneşin batmasına henüz zaman vardı. Yan yana duruyordu atlarımız.

-Hadi yavaş yavaş yürüyelim, dedi Enki. At sırtında sanki daha da yakışıklı görünüyordu.

Küçük bir topuk hareketiyle atlar tırıs gitmeye başladı. Ilık rüzgar saçlarımı havalandırıyordu. Ormanlık manzara yanımdan akıveriyordu. Enki arada sırada beni yokluyordu "bakışlarıyla. Daha mutlu olabileceğim bir yer ve zaman düşünemiyordum.

Tobby sakin ve olgun bir attı. Kendimi onun sırtında güvende hissediyordum. Açık manejde bu şekilde altı tur attık.

- Yoruldun mu? diye sordu Enki altıncı turun sonunda.

Aslında bu an hiç bitmesin istiyordum fakat biraz yorulmuştum. Atlardan inip onları manejin başındaki seyise teslim ettik. Sabah Sofia ile yaptığımız konuşmayı tamamen zihnimin arka odalarına tıkmıştım.

- Çiftliğin kafesinden içecek bir şeyler alalım ve bahçedeki minderlere geçelim istersen, dedi Enki.

 İnternetteki yorumlarda buranın naneli limonatasının ev yapımı olduğu ve mutlaka tadına bakılması gerektiği yazıyordu.

- Harika fikir, dedim. İçecek serin bir şeyler istiyordu canım tam da.

Limonatalarımızı alıp, minderlere geçtik. Çiftlik sakindi. Az önce kitap okuyan kadın ortalıklarda değildi, ve biz otururken çiftliğe Avrupa’lı izlenimi veren yeni bir çift, on yaşlarındaki siyahi şirin kızları ile beraber gelmişti. Bizleri selamladılar. Biz de onları. Altı üstü hafta arası bir yaz öğleden sonrasıydı, fakat keyfim o kadar yerindeydi ki. Güneş artık ufuk çizgisine yaklaşmaya başlamıştı ve buzlu limonatanın tadı hakikaten de nefisti. Bütün yorgunluğumu bir anda almaya yetmişti.

- Zaman, dedim Enki’ye seni de düşündürür mü?

- Hangi anlamda?

- Herhangi bir anlamda. Beni çok düşündürür mesela, dedim.

- Anlatsana dedi Enki. Çok merak ettim.

- Ama ben sormuştum, diye itiraz ettim.

- Olsun, sen anlat bu seferlik. Söz bir sonraki soruna ben cevap vereceğim.

Gülümseyip, pazarlığı kabul ettim.

- Ne olduğunu bilmiyoruz. Elimizle tutamıyoruz, gözümüzle göremiyoruz, yine de şu dünyada varlığı hiç şüphe yaratmayan, tüm kültürlerin ortak kabulü tek şey zaman değil mi sence de? Sadece geçip gidince görünür oluyor göze. Gittikten, yittikten sonra görüyoruz. Sırf bu bile yeter acayipliğine. Neden ama? Neden hep tek yönde akıp gidiyor? Neden mesela dalgalar gibi gel-gitleri yok? Ya da mevsimler gibi döngüsel değil? Ya da döngüsel de biz mi bilmiyoruz? Anlatabildim mi bu tarz şeyler, dedim.

Enki sustu bir süre. Önüne baktı. Başını kaldırdı. Ufka baktı.

- Çok haklısın, dedi. Zaman gizemli bir şey, hep gözümüzün önünde fakat onun doğasını inceleyen bir zamanbilim diye bir şey bile yok. Sadece akıp gidiyor, bin yıllardır. Biz de onunla beraber savrulup duruyoruz. Kabullenmişiz bir kere. Başka türlüsünü düşünmek imkansız. Peki mümkün olsaydı, zamanı durdurmak ister miydin?

Kocaman bir gülümseme yayıldı yüzüme. Çünkü zaman konusuna gelmemin çıkış noktasına parmak basmıştı tam olarak.

-  Evet, dedim. Mümkün olsaydı isterdim.

Başını bana doğru ilgiyle çevirdi:
- Ne zaman?

- Şimdi, dedim.

- Deli kız, dedi, dirseklerinin üstüne yaslanarak. Onun da yüzüne bir gülümseme yayılmıştı.

Ona söylemediğimse sırf bu anı durdurmak veya istediğim zaman ona geri dönebilmek için hayatımın geri kalanını bir zaman makinesi icat etmeye adamaya hazır olduğumdu.

7 yorum:

  1. Bir aşk doğuyor gibi.Hülya

    YanıtlaSil
  2. Yeni bölümü her okuyuşumda aynı hissi hissediyorum: ilk romanından ne kadar farklı!

    YanıtlaSil
  3. Lana bugün Enki'nin sürpriz davetiyle mutlu saatler yaşıyor, devam edecek mi?....

    YanıtlaSil
  4. Sofia da gerilim unsuru.

    YanıtlaSil