Translate

29 Temmuz 2025 Salı

Onuncu bölüm

Şu dünyada, hiç bir kadın, ne kadar aşık olursa olsun, ömrünü bir erkeğin yolunu gözleyerek tüketmemeli. Ev kadını bile olsa, kendi için bir uğraşı, hatta bir amacı olmalı. Sadece maddi değil, manevi anlamda da kendi ayakları üstünde durmalı.

İyi ki o zaman ve şimdi, hayatımda müziğim ve bestelerim vardı ve var. Gerçi o kadar Enki’ye bağlanmıştım ki, onu ve beni düşünerek piyano için bestelediğim La Serenissima Rhapsody’i ani bir kararla genişletip, orkestra için yeniden düzenledim ve Venedik Film Festivali’nin açılış müziği yapmaya karar verdim. Madem her şeyi, başrolünde kendim olduğum bir film tadında yaşıyordum, ve madem şimdiye kadar dinleyen iki kişiden ikisi de besteye masal ve film yakıştırması yapmıştı, o zaman bir de başka bir bestenin peşinden koşmanın anlamı yoktu. Önceki çalışmalarımı çekmeceye attım. İsmi bile La Serenissima’ydı, eski Venedik Cumhuriyet’inin ön adı, tam uyuyordu istenen işe. İsmini de koruyacaktım. Uzun lafın kısası, Enki ile beraber yapacağımız İstanbul seyahatine kalan son 22 gün hummalı bir çalışmayla geçti. Zaten başka türlü de hiç geçmeyecekti.

Aramızda görev paylaşımı yapmıştık. Otel ve uçak rezervasyonlarını Enki üstlenmişti, ben de günlük programı düzenleyecektim. İkimiz de daha önce Istanbul’a seyahat etmiş, belli başlı turistik yerleri keşfetmiştik. Biraz da o yüzden günlük programı üstlenmiştim. Istanbul’da yerel halkın bildiği, şirin ve benzersiz yerleri araştırıp o özel atmosferi onunla deneyimlemek istiyordum.

Her ne kadar işimle uğraşıyor olsam da Istanbul günlerine kadar zaman yine de sakız gibi uzadı da uzadı. 22-21-20-19-18 diye saymamalıydım çok iyi biliyordum ama elimde değildi. Hadi son iki hafta, hadi son on gün diye kendimi avutarak son güne geldik. O gün çalışmayı bıraktım. Bavulu hazırladım, programı gözden geçirdim. Dağınık ve pis bir eve dönmemek için biraz ortalığa çeki düzen verdim, ojelerimi yeniledim, gerekli kadınsal bakımlarımı yaptım. Uçağa ben Venedik’ten o Viyana’dan ayrı ayrı binip, Istanbul Uluslararası Hava Limanında buluşacaktık. Onun uçağı benimkimden önce ineceği için beni yaklaşık bir buçuk saat kadar bekleyecek ve çıkışta karşılayacaktı.

Dedim ya ben günleri saatleri saydıkça hayat sanki bana inat olsun diye kavuşma anımızı geciktiriyordu. Uçağım kalkışa bir saat kala, 2 saat gecikme yaptı. Hemen Enki’ye bunu mesajla bildirdim. “Sorun değil sen sağ salim in, yeter.” diye bir cevap aldım, uzun bir süre sonra. Uçağı inmiş, bir yerden internet bağlantısı bulmuş olmalıydı.

Uçak yolculuğum gecikme dışında sorunsuz geçti. Havaalanında heyecanım doruklardaydı. Pasaport kontrolünden sonra sıra bavulu banttan almaktaydı. Bavullar döndü ve döndü.  Ve  uçağın  yarısı  bavuluna  kavuştuktan  sonra  en sonunda benimki de bantta göründü. Centilmen iri kıyım bir yolcunun da yardımıyla onu banttan indirdik. Ve işte çok uzun zamandır beklediğim o kavuşmaya saniyeler kalmıştı. Ya çıkışta göremezsem?

Otomatik kapı açıldı, bir yandan bavulumu tekerlerinden sürmeye çalışırken, bir yandan gözlerim onu arıyordu. Kalbim küt küt göğüs kafesimi zorluyordu. Göremiyordum. Ellerinde boy boy pankartlarla insanlar hep başkasını bekliyorlardı. Nihayet sağ taraftan ismimi çağıran sesini duydum. Onu görmeme fırsat olmadan, belime sarılan bir el hissettim.

- Lana! İşte buradayım!…diyordu o ışıl ışıl gülümsemesiyle.

Sarıldık. O müthiş kokusu her yanı kaplamıştı. Ellerim sırtında bir süre hasretle gezindi. Onun koca elleri belimi kaplıyordu. Sonra uzaklaşıp birbirimize baktık. Derinlere kadar yumuşacık bakıyordu. Ben gözlerimi kaçırdım o yanağıma bir öpücük kondurdu.

- Hadi bakalım, otelimize varalım bir an önce, dedi Enki. Yorgunum, gece uyuyamadım, deyip elimi tuttu ve yol boyunca hiç bırakmadı.

Şehir merkezine gelmemiz çok uzun zaman aldı fakat artık zamanla cenkleşmeyi bırakmıştım. Hiçbir şey umurumda değildi. Enki yanımdaydı artık ve günlerce bu geziyi hayal etmiştim beste yapmaya ara verdiğim zamanlarda. Ekim ayındaydık, Istanbul’a ikinci gelişimdi, saat öğleden sonraydı hava henüz kararmamıştı. Taksim Meydan’ında havaalanı otobüsünden inip bir taksiye bindik bavullarla. 

- Çırağan Palas lütfen, dedi Enki şoföre. Otelin ismini ilk kez duyuyordum, ona döndüm.

- Palas? diye fısıldadım Enki’ye gülümseyerek.

Hiç yüzüme bakmadan, gülümsemesini tutmaya çalışarak, başını evet anlamında salladı, muzipçe. Demek bir sarayda konaklayacaktık. Yirmi dakika sonra Çırağan Palas’ın önünde taksiden indik.

Saray beklediğimden de daha görkemliydi. Enki’nin yüzüne dönüp bakınca onun da sarayın görkeminden etkilendiği belli oluyordu. Çırağan Sarayı, ardında batmaya yüz tutan güneşin loşluğunda, şehri ortadan bölen denizin kıyısında, bir mücevher gibi ışıldıyordu. O an şunu kesin olarak biliyordum: zihnimin anılar albümüne, şu önümdeki üç gün, dönüp tekrar bakacağım en muhteşem zamanlarından biri yazılacaktı. İçimde iki karşıt güç çarpışıyordu: hem o güzellikleri yaşamak için sabırsızlanıyor, hem geçip gitmesine kıyamadığım için, ruhumda hayali bir zaman frenine umutsuzca basmaya çalışıyordum.

Odamıza çıktık ve geniş camekânlı pencerelerin diğer yanında Istanbul Boğazı ayaklarımızın dibinden akıyordu. Enki kendini yatağın üzerine yanlamasına attı. O an hissettiğim huzur, heyecan ve şükran karışımını ölümsüzleştirmek için telefonuma sarıldım ve La Serenissima Rhapsody bestesine eklenmek üzere ses kaydına birkaç ezgi mırıldandım. Bitirdiğimi görünce:

- Haydi, dedi Enki. Gidiyoruz!

"- Nereye, diye sordum şaşkınlıkla.

- Istanbul’u fethetmeye! dedi gülerek.

- Hmm, dedim, yeni bir çağ başlayacak desene! Enki kahkahayla güldü.

- Evet, ama bu sefer tarih kitaplarına biraz farklı bir hikaye olarak geçecek, dedi.

Gülümseyerek, “Peki, bu çağın adı ne olacak?"" diye sordum. Düşündü ve:

- Baklava ve misafirperver kediler çağı olabilir mesela, dedi

göz kırparak.

Hazırlandık ve yarım saat sonra Karaköy’ün renkli sokaklarında dolanıyorduk. Hava çoktan kararmıştı. Bu semti internetteki araştırmalarımdan bulmuştum. Her adımda bir kafe, bir restoran vardı.

- Açlık durumun nedir? diye sordu Enki.

- Sabah kahvaltısıyla duruyorum, dedim.

- Eyvah. Ben de aslında, dedi.

- Bak sana bir teklifim var. Bu akşam sokak lezzetlerini tadalım, yarın öğlen de seni özel bir restorana götüreceğim.

- Zaten iş bölümü yaptık baştan. Sen nasıl program yaparsan benim için o, dedi.

- Anlaştık o zaman. Pişman olmayacaksın, dedim.

Yolumuzun üstündeki midye tavacıdan, ikişer tane sandviç aldık. İçine bol sos koydurduk. Çıtır çıtır midye tavalar, üstündeki lezzetli beyaz sosla beraber bir ziyafete dönüştü. Hem karnımızı doyuruyor hem de gezmeye devam ediyorduk. Önüne sandalyeler atılmış şık bir kafeye geldik. İki kişilik bir masa dışında boş yer yoktu. Enki eliyle işaret etti. Evet anlamında başımı salladım. Oturacağımız sırada, çantamdan bir arya yükseldiğini duydum. Enki geçip oturdu. La Diva görüntülü arıyordu. Istanbul gezimden ona bahsetmiştim. Fakat Enki hakkında ayrıntıya girmek için henüz erkendi. Sadece tek başıma gitmeyeceğimi biliyordu. Kesin olarak emindim, kiminle gittiğimi merak ettiği için arıyordu:

- Merhaba anne, dedim Moğolca. Annemle hep Moğolca konuşurduk.

- Lana’cığım, sağ salim vardın mı diye merak ettim.

- Evet anne, Istanbul’dayız, merak etme. Her şey çok güzel,

şimdi biraz geziyoruz.

- Tamam kızım. Bana otelinin adını adresini yazıp gönder.

- Olur, mesaj atarım sana.

- Arkadaşına da bir merhaba demek istiyorum. 

Hah. İşte. Tam tahmin ettiğim gibi.

- Şu an tuvalete gitti kendisi, diye beyaz bir yalan söyledim kendisine. 

Annemin yüzü buruştu ve asıldı. Aklına bir şey koymasın. Olmayınca dünyaları yıkar. Ama şu an elinden hiçbir şey gelmiyordu. Henüz ona gönderdiğim müzikle ilgili bir yorum yapmamıştı. Fakat şimdi sorsam durduk yere hırsını o parçadan çıkaracaktı. Ben de sormadım. Zaten yorumun en güzeli Enki’den gelmişti.

- Peki o zaman, dedi ve hoşçakal demeden telefonu aniden yüzüme kapattı. 

Bu yüze kapanan telefonlar artık süreklilik kazanan bir davranışa dönüyor diye düşünmeye başlamıştım. Herkese böyle mi yapıyordu yoksa sırf bana mıydı nazı?

O sırada garson geldi. İkimiz de birer sade soda söyledik.

- Hangi dilde konuştun az önce? diye sordu Enki.

- Moğolca diye cevap verdim. Annem, kendi dilini çok önemser, diye ekledim.

- Annen Moğol demek, dedi Enki. Gözlerindeki hafif çekiklik oradan geliyor şimdi anladım, dedi. Fakat melez olmalısın. Tamamen Moğol gibi görünmüyorsun.

- Babam Fransız dedim. Bin kere söylemiştim bunları hayatımda daha önce. Her tanıştığım insana söylemek zorunda kaldığım usandırıcı şeylerden biriydi.

- Onunla da Fransızca mı konuşuyorsun? 

Evet anlamında başımı salladım.

- Peki İngilizce’yi nerede öğrendin?

- Okulda.

- İtalyanca da biliyorsun kaçınılmaz olarak.

- Evet, dedim. Onu da bakıcım Sofia öğretti. Bir de İtalya’da büyüdüm. Her ne kadar annem babam yabancı olsa da. İtalyanca bilmeden nasıl yapacaktım?

O sırada, havaya, doğuya özgü fakat yine de batıdan kopuk olmayan bir ezgi karıştı. Bütün o kalabalığın, keşmekeşin arasına, daha önceden tanımadığım solo bir enstrümanın sesi süzülüyordu. Sanıyorum çaprazdaki iki katlı kafenin üst katında canlı müzik icra ediliyordu. Açık camlarından bize kadar geliyordu ses. Sakin bir müzikti bu. Telli bir çalgı olduğu belliydi. Enki de müziğe dikkat kesildiğimi fark etmişti, bana gülümsüyordu.

- İstersen sodaları bitirdikten sonra çıkıp bakabiliriz, dedi bana.

- Çok isterim, dedim. Merak ettim. Hangi enstrüman olduğunu anlamak istiyorum.

Telefonumun kayıt cihazını açtım önce. Sonra daha iyisi aklıma geldi. Videoyu açtım ve tüm ortamın müzikle beraber etkisini kaydettim. Tabii karışımda kendi halinde oturan o şahane adamı da. Bir kere daha ikna oldum: Istanbul bambaşkaydı.

Sodalarımızı bitirdik ve karşı kafeye geçtik. Girişte garsonlar bizi güleryüzle ve memnuniyetle karşıladılar. Dar merdivenleri tırmanarak üst kata çıktık. Mekan loş, küçük ve samimiydi. Toplamda beş masa vardı. Biri boştu. Sahnede ufak tefek bir kadın bizden dört adım ötede o koca enstrümanı kucağına almış, güçlü spot ışığın altında sakin sakin çalmaya devam ediyordu. Müzisyen bizi fark edince başıyla bir selam verip, çalmaya devam etti. Boş masaya yerleştik. Garsonlar menüyü getirdi. Aslında soslu midye tava sandviçin tadı ne kadar nefis olsa da, bir süre sonra bütün bir günün açlığını gidermeye tek başına yeterli gelmiyordu. Menüde, kumpir dedikleri, esasında sokakta daha önce satıldığını gördüğüm patates temelli, garnitürlerle servis edilen yiyecekten söyledik. Müzik yakından daha da etkileyiciydi. Garson yemeği getirince enstrümanın adını sordum ona:

- Ud, dedi bize servis yapan uzun boylu, ince yapılı kibar genç garson.

Aklım hala La Serenissima Rhapsody’deydi. Bir ud solosu ekleyebilseydim keşke bir yerine. Ulvi bir yanı vardı. Dönüşte bunun üzerine çalışmalıydım. Gerekirse bütün yapıyı yeniden "düzenlerdim. Video kaydı yapmak için ortam fazla loştu ama ses kaydı için uygundu. Üç dakika kadar kaydettim. Sonra Enki’ye döndüm.

- Müthiş değil mi? dedi.

Sıkılmadığına ve beğendiğine sevinmiştim. Yarım saat daha kumpirlerimizi yedik ve ud dinledik. Karnımız yemeğe, ruhumuz müziğe doyduğuna kanaat getirdikten sonra o kafeden ayrılıp, Karaköy sokaklarında kalabalığa karıştık. Zaman zaman dönüp ona bakıyordum. Zaman zaman da onu bana bakarken yakalıyordum. Öyle zamanlarda ikimiz de gülümseyip gözlerimizi kaçırıyorduk. Üçüncü seferinde eliyle beni kendine çekti ve belime sarıldı ve bırakmadı. Saat 21.00’e geliyordu henüz erken sayılsa da ikimiz de yol yorgunuyduk. Kendi adıma konuşacak olursam yaşadığım heyecan da yormuştu. Saatime baktığımı görünce:

- Dönelim mi yavaş yavaş? diye sordu.

İki saat Karaköy gibi bir bölgeyi gezmek için yeterliydi zaten.

Bir taksiye atlayıp Saray’a döndük. Taksiden inerken, Enki beni durdurdu. Cep telefonunu çıkarıp, uzun ve güçlü kollarıyla, geceleyin müthiş bir şekilde aydınlatılmış olan Saray’ı arkamıza alıp, ikimizin resmini çekti. Istanbul’da çekildiğimiz o resme çok uzun yıllar baktım sonradan.

Ertesi sabah, sarayın beş yıldızlı nefis kahvaltısından sonra erkenden  yollara  düştük.  Günlük  program  işi bende olduğundan, internetten vapur saatini önceden kontrol etmiş, yürüme zamanını da hesaba katarak bir hareket saati belirlemiştim ikimiz için. Sarayın adını taşıyan Çırağan caddesi boyunca çınar ağaçlarının altından geçerek yürüdük sevdiğimle Beşiktaş’a doğru. Evrensel bir erkeğin yanında evrensel ve mutlak bir dişi olduğumu hissediyordum. Bu başka türlü nasıl ifade edilir bilmiyorum.

Vapur yolculuğu bir saat sürmüştür. Acele etmeden her şeyin tadını çıkartıyorduk biz de tıpkı acele etmeden yoluna giden vapur gibi. Kenarına oturmuştuk. Rüzgar yüzümüze çarpıp, saçlarımızı geriye doğru atıyordu giderken, zaman zaman nefesimi kesiyordu. Üst katta insanlar vapura havadan eşlik eden martıları besliyordu. Suya pike yapıp atılan ekmek ve simit lokmalarını yakalıyorlardı, bazen havada kapıyorlardı. Enki çok konuşmuyor, etrafına bakınıyor, fakat halinden memnun olduğu göz göze geldiğimizde gülümsemesinden belli oluyordu. Arada sırada güçlü kollarıyla belime sarılıyordu. Bir saatlik bu deniz yolculuğunun sonunda ilk ve en küçük olduğunu bildiğimiz adada vapurdan indik. En turistik ve en büyük olanı bilerek seçmemiştim. Bu küçük adanın bence ilk anda göze çarpan en belirgin özelliği, şehirden sonraki ıssızlığı ve sessizliğiydi. Tek tük sokak köpekleri ve kedilerinden başka, sokaklarda vapurdan inen insanlar vardı, başka da canlı yoktu. Sadece kediler, köpekler ve martılar. Bu sessizliğin sebeplerinden biri de kuşkusuz adanın motorlu araçlara kapalı olmasıydı. Araba veya kamyon yoktu ortalıkta. Havası zıpkın gibiydi. Tertemiz ve serin. Vapurdan zaten fazla bir kalabalık inmedi ve inenler hemen dağıldı. Biz de sahil boyunca yolun solundan yürümeye başladık.

- Burası çok değişik, çok özgün bir yer, dedi Enki mermer bir çeşmenin yanından geçerken. Istanbul’a bu kadar yakın olup, bu kadar farklı olması olağanüstü. Kasaba gibi.

Sahil boyunca yürüdük. Evler hep az katlıydı. Bazı yolların en sonunda deniz gözüküyordu. Boş olması, ortama biraz kasvetli bir melankoli katsa da değişik bir yer olmasıyla benim için çok cazipti. Üstünde yabani otların bitmeye başladığı bir futbol sahasının yanından geçtik. Deniz solumuzda kalmıştı. Denizi solumuza almaya devam ederek bir saat boyunca yürüdük. Bir yerden sonra evler bitti. Tamamen bakir doğayla başbaşa kaldık. Sonra evler tekrar başladı. Ve biz tekrar başladığımız yere döndük, yani vapur iskelesine. Açık ve temiz havadaki bu yürüyüş, deniz havası karnımızı acıktırmıştı. Denize komşu bir restoran bulduk. Aslında kapalı bir alanı olsa da dışarıya masa koymuşlardı. Neredeyse, denizin üstündeydik.

- Burada yemek istedim, dedi Enki. Sen de ister misin?

- Dışarıda üşümezsen, ben çok isterim, dedim.

- Bir şey olmaz dedi çocukça bir omuz silkmeyle.

Ahşap sandalyelere yerleştik. Bir martı yürüyerek geçti yanımızdan, umursamaz bir tavırla. Uzakta garson göründü. Az sonra büyük bir tepside mezeleri getirdi bize. Aralarından beş tane seçtik. Balıkları söyledik önden. Rakıya hayır dedik. Garson çok şaşırdı. Ama meze? dedi. Evet dedik. Bizim için böyle. Ve zaman zaman göz göze gelip, zaman zaman denizi seyrederek mezelerimizden tattık. Çok geçmeden, bir sokak kedisi Enki’nin bacağına tırmanmak istedi. Nasıl olduysa restoranın garsonu uzaktan durumu farkedip elinde su dolu bir fısfısla koşarak gelip, kediyi mekandan uzaklaştırdı.

-  Her şey ne kadar güzel görünüyor, dedim.

- Görünüyor da ne demek? Aslında güzel değil mi yani? diye şaşırdı.

- İçimde kötü bir his var Enki.

- Nasıl kötü bir his? 

- Hani iskambil kağıtlarından kule ya da ev yaparsın ya, sonra biri yanından geçerken istemeden devirir. Onun gibi bir his.

- O kadar kırılgan ve narin mi sence her şey? dedi.

Cevap vermek istemedim. Onun yerine gözlerimi gözlerinden ayırıp, tabağıma diktim.

- Sana bir şey söylemek istiyorum, dedi Enki.

- Söyle, dedim merakla.

- Moğolca, seni seviyorum nasıl denir?

- Bi chamd khairtai, diye yanıtladım gülümseyerek.

- Bi chamd khairtai, diye tekrar etti.

O güne dek kimse anadilimde ilan-ı aşk yapmamıştı bana. Göğüs kafesimi kesip kalbimi avucuna alıp bir sıkım sıktı biri sanki.

-  Ich liebe dich auch, diye cevap verdim.


1 yorum:

  1. Annemin düğününde (biz sahilde yalınayak evlendiğimiz için o benimki, bu annemi mutlu etmek için istanbul'da yaptığımız) Çırağan'da kalmıştık biz de, o günlere gittim.. Aşıkken de o otel ne güzeldir işte... Ekimde İstanbul ne güzeldir...
    Fakat Lana'nınki kötü bitecek bunu sezdiriyorsun bize... Biraz buruk okuyoruz.

    YanıtlaSil