Translate

10 Ağustos 2025 Pazar

Yirmiikinci ve son bölüm

Passent les jours, vides sillons, 

Dans la raison, mais sans amour.

Geçiyor günler, izlerini boş bırakarak,

Mantıkla, ama aşksız.

JJ  Goldman. Pas toi.


Tıpkı bu fransızca şarkıda olduğu gibi, ben de Orfeo operasını izledikten sonra akıllandım ve günler, ardında bir zerre bırakmadan, geçtiler.  Her şeye hakim olan akıldı, gece ve gündüz; kalbimdeyse taş gibi bir suskunluk…

Fakat sonra, çok sonra, Ah’lar Köprüsü’nün altından çok sular aktı ve gün geldi, o suskunluk da sustu ve yerini hayatın seslerine bıraktı. Parkta oynayan çocukların cıvıltısı, gondolcuların şarkıları, vaporettoların motor homurtusu, şehrin o bilindik uğultusu aldı o suskunluğun yerini.

Niclas tam da o günlerde bana California’dan mesaj atmış, oynadığı filmin vizyona gireceğini haber vermişti. Kişisel bağlamda, Hans’la olan projemin son aşamalarına gelmiştik. Güneş, sonbahar olmasına rağmen, gökyüzünde ve ruhumda parlıyordu. Sokakta mutlu mesut etrafı seyrederek yürüyordum. San Marco meydanı’na giden sokaklardan birinde, Ah’lar Köprüsü’nün hemen sonrasında, Venedik’teki sergilerin ve konferansların afişlerinin bulunduğu bir panonun önünden geçerken, onca isim ve harf içinde gözüm o dört harfi seçti. Görmeden geçebilirdim de. Ama gördüm. Enki Lehner diyordu afişte. Ve saate baktığımda hayretle tam o saatte onun konuşmasının gerçekleştiğini de. Hesap yaptım. Geçen sene gene bu zamanlardı, tanışmamız. Yüksek olasılıkla her sene Venedik’te aynı konferansa konuşmacı olarak davet ediliyordu. Binadan içeri girsem, hatta salondan, onu sahnede konuşurken görebilirdim. Her şey bir bilet almaya bakardı. Tarttım: gelirken bana haber vermemişti, Venedik’e geliyorum, görüşelim dememişti. Onunla ilişkim sürerken, Viyana’ya ısrarlarla çağırdıktan sonra beni ihmal etmiş, yüzüstü bırakmış, evinden ağlayarak çıktığımdan beri özür dilemeyi bırak, bir kere olsun beni arayıp sormamıştı. Şimdi de konuşmacı olduğu bir toplantıdan içeri girip, konuşmasını bitirmesini bekleyip, hiçbir şey olmamış gibi onunla sohbet mi edecektim? Ya da: Orfeo gibi son bir kere dönüp onun yüzüne mi bakacaktım? Hayır tabii ki hayır. Afişin kağıdı camın arkasında kalmasa, o hiddetle onu yırtabilirdim bile. Camın yansımasında o an kendi siluetimi gördüm. Gençtim, çekiciydim. Gereksiz dramalara çanak tutmayacaktım. Yoluma devam ettim.

Ve sonra ne mi oldu? Aynı akşam, karanlık çöktükten sonra, piyanomun başında çalışırken, cep telefonum çaldı. Hem de çoktandır duymadığım fakat otomatik olarak kalbimi zıplatan bilindik bir melodiyle: Unchained Melody, Venedik’te beni yemeğe davet ettiği ilk gece dansa kaldırdığı müzik, cep telefonumda onun arama zili olarak ayarlı kalmıştı. Ekrana yine de inanmaz şekilde baktım: Enki yazıyordu. İlk düşüncem, “iyi ki o konferanstan içeri girmemişim” oldu. Ne kadar doğru bir kararmış. Sonraki birkaç çalış boyunca tereddüt yaşadım: "açmak, açmamak. Telefona cevap vermenin cezbedici bir yanı vardı evet, örneğin kokusu yeniden burnuma gelmişti, ki bu benim için zamanla aşkın kendi kokusu olmuştu, fakat hemen sonra sokakta nereye gittiğimi bile bilmeden ağlayarak yürüyüp, Niclas’la tanıştığım sıralarda midemden tüm bedenime yayılan o acıyı hatırladım hemen, ve o acı diğer acıları çağırdı. Tüm bu olan bitenden ve onca zamanlık sessizlikten sonra Enki bana telafi edici ne diyebilirdi ki zaten? Ayrıca sadece: istemiyordum. Enki’yi hayatımda istemiyordum artık. Telefon çaldıkça bu düşünceler geçti aklımdan ve uzun uzun çaldıktan sonra en sonunda sustu.

Bu telefon benimle tek ve son temas kurma çabası olarak kaldı.

Böylelikle Enki hayatımdan çıktı. En başta da anlattığım gibi, son olarak onunla Sydney havalimanında tesadüfen karşılaşana kadar hep birilerini ona benzetmeye ve “acaba o mu?” derken kalbim duracak gibi olmaya devam etmiş olsa da, Sydney’den sonra o da kalmadı.

Zaten sonrasında Hans’la başlayan uluslararası kariyerim sayesinde birçok yeni ve ilgi çekici insanla tanışma fırsatı elde ettim, pek yalnız kaldığım söylenemez.

Niclas’ın filmi tam bir gişe ve sanatsal başarı örneği oldu. Yönetmen ile anlaşmasına göre gişe hasılatına ortak olmuştu, bu sayede Los Angeles’ta kendine güzel bir ev aldı ve bunu kutlamak için beni de evine davet etti. Filmin ve evin şerefine verdiği partide, başarılı bir italyan mimar olan duygusal ve derin biriyle tanıştım. Kısa sürede birbirimize bağlandık ve o Floransa’daki evini kapatıp, bana daha yakın olabilmek için Venedik’e taşındı. Huzurlu ve mutlu beraberliğimiz halen sürüyor.


————————- SON —————————

9 Ağustos 2025 Cumartesi

Yirmibirinci bölüm

Bir haftanın sonunda halam Fransa’daki kasabasına geri döndü. Halamın gitmesi bile babamın yokluğunu somutlaştırmadı hayatımda. Çünkü ağlayıp sızladığım bir sefer beni gördüğünde halamın bana dediği gibi “niye paralıyorsun kendini, baban zaten yoktu ki hayatımda, bebekliğini saymazsak hiçbir zaman da olmamıştı”. Biraz sert bir tespit olmuştu bu benim için. Hem anne hem baba tarafının üslubu hep sert olmuştur zaten. O yüzden gerçeklerle yüzleşirken hiç geçiş bilmem. Her şey ruhuma taş gibi oturur. Sonuç olarak halam gittiğinde ben evde tekrar eskisi gibi yalnız yaşamaya devam ettim, babamın yasını tutmak çok kolay olmayacaktı.

Hans Zimmer ile iletişimim devam ediyordu. Projemize çalışmak benim için terapi gibiydi. Kendimi oyalıyordum.

Ve bir gün elektronik posta kutuma annemin La Scala’daki Orfeo temsili için davetiyesi düştü. Ne zamandır hazırlandığı ve bahsettiği o meşhur temsil. Gitmemek gibi bir seçeneğim yoktu. Kaldı ki Milano’ya gitmeyi, hava değişimini de arzu ediyordum. İşin içinde annem olmasa, La Scala’da sahneye çıkacak olmasa, asla gitmeyeceğim bir opera temsilinden, Monteverdi’nin Orfeo operasından, perişan ve gözyaşları içinde fakat aşk acısının, ayrılık acısının özünü kavrayarak, dolayısıyla daha donanımlı ve güçlü çıkacağımı kim tahmin ederdi?

Günü geldi ve ben süslenip püslenip, davetiyenin çıktısını da yanıma alıp, geceleyin daha da görkemli görünen, ışıltılı La Scala’nın kapısından içeri girdim. Koltuğuma yerleştim ve saati gelince kapılar kapandı. Işıklar söndü. Ve ben sanki bir rüya alemine girdim.

Bakırdan üflemeli çalgılar ve vurmalı çalgılar dramatik bir melodi icra eder. Soprano, mezzo-soprano ve altolardan oluşan bir koro büyüleyici bir ağıt söyler karanlıkta.

Ah Orfeo, yaslı, özlem dolu canım Orfeo, oysa imkansızı başarmıştın, müziğinle ölümü kandırmıştın. Peri kızı eşin Eurydice’i yılan ısırıp öldürdüğünde onu yeraltından geri alacaktın. Yeraltı tanrısı Hades’in sana sözü vardı. Ayrılığın, özlemin sonuna o kadar yaklaşmışken, ötedünyanın yüzüp yüzüp kuyruğuna gelmişken, neden arkanı dönüp baktın? Hades sana tembih etmişti, yeraltından çıkana kadar sabret demişti. Eurydice’i geri almanın tek şartı buydu. Sabredemedin. Çünkü…

Sen sanat yeteneğinle ölümü kandırdığını sanırken asıl ölüm seni kandırmıştı Orfeo. Yeraltından birini çıkarmanın bir yolu yok, bunu herkes bilir. İstersen in ölülerin arasına, yeraltında onlarla yaşa dilediğince. Ki, sevdiğini kaybeden herkesin bir süre yaptığı budur. Kimseyi oradan canlı çıkartamazsın, kendinden başka. Sadece ölüm acısının, birini kaybetmenin verdiği acının sonuna varıp, kendini çıkarırsın ötedünyadan, o da bir daha ardına bakmadığında. Bu iş böyle. Çünkü yasın bitene  kadar,  özlemin  bitene  kadar  hep  dönüp  dönüp "bakacaksın arkana. Bir kere değil. Defalarca. Dönüp bakmak kavuşmak arzusudur. Ne var ki dönüp bakmak ayrılık acısını yeniden tatmaktır aynı zamanda. Defalarca dönüp bakarsın. Bir gün ardına bakmadan yürüdüğünde, kavuşmuş olmazsın ama özlem biter. O zamana kadar acını sanatınla, müziğinle oyalayabilirsin. Hades, yeraltı, ötedünya, ölüm tanrısı, bunu iyi bilir.

Artık ben de biliyorum: “Bak Enki, artık seni düşünmüyorum.” Bu cümlemin Orfeo’un son bakışı ve yıkımı olduğunu anlayınca gözyaşları sel oldu aktı gözlerimden seyirci koltuğumda operayı izlerken. Çünkü çok yaklaşmıştım, ayrılık acısının sonunun eşiğine varmıştım, bittiğine inanmıştım. “Bak, Enki…” deyince yeniden acının, özlemin kucağına düştüm, herşey başa döndü. Kendimi tutamadım. Sol yan koltuğumda oturan 70 yaşlarındaki beyefendi, bana dönüp baktı şaşırarak. Dipdibe oturuyoruz bazen yabancılarla. Şehir hayatı bunu gerektiriyor, otobüste, metroda, trende. Dibimizde bir yabancı. Tepkimi nasıl anlayabilirdi ki? Umursamamaya çalıştım, elimden geldiğince.

“Bak, Enki…”

“…artık seni düşünmüyorum.”

 “…artık…”

“…seni düşünmüyorum…” 

“…seni…”

“…”

“…” 

“.”"


8 Ağustos 2025 Cuma

Yirminci bölüm

 O haberi aldığım uğursuz sabahı hiç unutamam. Daha uyanırken her şey ters gitmeye başlamıştı bile. Havalar hala sıcak diye evin iki camını açık bırakmıştım: biri koridorun, biri yatak odasının camı. Fakat geceleyin hava dönmüş ve fırtına çıkmıştı. Ve ben o berbat güne, kırılan bir cam şıngırtısı ile uyanmıştım. Koridorun camı hızla çarpmış, sinir bozucu büyük bir gürültüyle paramparça olmuştu. Üstelik geceleyin çıkan fırtınanın yüzünden elektrikler kesilmişti ve ben elektrikli süpürge yerine camları elimle temizlemiştim. Telefonumun şarjı tamdı. Fakat ne kahve makinesi, ne ekmek kızartma makinesi çalışmıyordu. Dışarıda kahvaltı etmek içimden gelmiyordu, zaten muhtemelen karşı köşedeki Georgio’nun yerinde de elektrik kesintisi sebebiyle bütün işleri durmuştu. Bayat ekmeğin üstüne, kalmış kayısı reçelinin dibini ve biraz tereyağ sürdüm, ve moka pot’ta yaptığım aşırı sert bir kahveyi içerek bozuk sinirlerle günüme başlamaya çalıştım. Keşke o zaman bunların küçük sıkıntılar olduğunu anlasaydım.

Hans’tan ortak projenin açıklamasını kapsayacak bir mail bekliyordum. Artık birbirimize ilk ismimizle hitap ediyorduk. Bilgisayardan bakamadığım için telefonumdan bakmak istemiştim. Telefonu elime aldığım sırada Arjantin’den bilmediğim bir numara beni aradı. Arjantin’in kodunu biliyordum çünkü babam senede 3-4 kere orada konser verirdi.

"Zaten şu sırada da orada olması gerekiyordu. Açıp açmamak konusunda kısa bir tereddüt yaşadım. Israrla çalıyordu. Açtım:

- Bayan Lana de Vermont ile konuşabilir miyim? aksanlı kesik bir Ingilizce’yle konuşuyordu telefonun öbür ucundaki ses.

- Buyrun ben Lana de Vermont, siz kimsiniz?

- Ben Buenos Aires Emniyet Müdürü Alfonso Perez.

Önce şaka sandım. Belki babamın cıvık arkadaşlarından birinin

şakası. Belki beni hala çocuk zanneden bir arkadaşı.

- Bay Philippe de Vermont’un nesi oluyorsunuz sorabilir miyim? dedi.

Şaka filan değildi. Ciddiydi. Kanım donmuştu.

- Kızıyım, neden soruyorsunuz? Hem ismimi telefonumu nerden buldunuz? Neden beni arıyorsunuz? diye peşpeşe sorular sıraladım panikten.

- Sakin olun hanımefendi dedi. Önce bir yere oturun isterseniz

ve derin bir nefes alın. Size maalesef çok kötü bir haberim var.

Bir robot gibi söyleneni yaptım. Derin bir nefes bile aldım fakat sonra bayılmışım. Koltuğun üstünde ayıldığımda, şu zift karası sözleri hayal meyal hatırladım: havaalanı yolunda, zincirleme kaza, kurtaramadık, sigorta şirketi ilgilenecek, Pazartesi günü uçakla…

Öylece koltuğa uzanıp, karşımdaki boş duvara diktim gözlerimi uzunca bir süre. Hiç bir şey düşünmeden. Düşünemeden. Bir sonraki adımımın ne olması gerektiğini bilemeden.

Epeyce zaman sonra, annem Milano’dan aradı. Sesi normale göre biraz pesten çıkıyordu ve yavaş konuşuyordu, sanki gücü kalmamış gibi tane tane. Sesli görüşmeydi.

- Kızım, Lana, iyi misin kızım? Kalkıp yanına gelemedim. Yanına geleceğim süreye kadar telefon açarım dedim. Bilmiyorum yanlış düşündüm belki de. Emniyet Müdürü senden ses alamayınca, sigorta şirketini aramış. Dosyayı açıp benim irtibat numaramı bulmuşlar. Ah…Philippe… Milano’ya getirtiyorum tabutu, burada yerimiz var, gömeriz. Ailesinin itiraz edeceğini sanmıyorum. Sadece Amandine’e haber vermek gerek. O mutlaka gelmek isteyecektir. Ben konuşurum onunla…Sen de Sofia’yla konuşursun. O da gelmek ister. Sonra basına haber vermek gerek. Lana? Lana?

- Evet, duydum söylediklerini. Milano’ya getirtiyorsun, Amandine’i arıyorsun ve basını. Amandine halaya söylemeyi bana bırakmadığın için sana minettarım. Bence şu anda en zor iş o.

- Zor olan bu yasın altından kalkmak. Çok ani oldu. Çok beklenmedik. Benim için bile oldukça travmatik. Seni düşünemiyorum güzel kızım.

Cenaze töreni için Milano’nun biraz dışına gittik fakat tüm o süreç aklımda bölük pörçük ve kopuk kalmış. Fotoğraf karesi serisi gibi cenazeyle ilgili hatıralarımda tabii ki kara tabutun toprağa indirilişi ve bizim çiçek atmamız var. Öncesinde İtalyan Kültür bakanının yaptığı konuşma ve daha da öncesinde elimi sıkıp bana başsağlığı dilemesi, Niclas’ın gönderdiği çelenk, çeşitli kurumların ve insanların gönderdiği çelenkler, annemin ağlamaktan şişmiş gözlerini kapatmaya çalıştığı gözlüğü, Amandine  halamın  koluma  girmesi,  babamın "Fransa’daki ailesinden başka kimsenin cenazeye gelmemesi, Sofia’nın üzgün halleri gibi türlü ayrıntılar kalmış.

Sonrasında ben annemle durmak istemediğim için Venedik’e geri döndüm. Amandine halam da benimle bir hafta kadar Venedik’e gelmek istediğini söyledi. Birbirimize ihtiyacımız vardı. Sofia’yı da davet ettim ama o bazı ailevi görevlerini bahane ederek Sicilya’ya doğrudan geri döndü.

Eve vardığımızda, bir Çarşamba sabahı erkenden, Amandine hala misafir odasına yerleşiyordu, ilk işim buzdolabının üzerinde duran babamın yıllık konser çizelgesini yırtıp paramparça etmek oldu. Ne zaman dünyanın neresinde olduğunu oradan takip ederdim. Varsa saat farklarını hesaplardım. Hırsımı bir dosya kağıdından çıkardım. Ölümün karşısında bu kadar aciziz işte.

- En son ne zaman konuştunuz? diye sordu odadan mutfağa geçen halam.

Düşündüm. En son, şu Film Festivali işi için besteme kanun ney ve ud eklemek istediğimde aramıştım onu. Aslında sesini duymak içindi. Çünkü müzikle ilgili konularda yardımcı olmaktan çok hoşlanmıyordu. Aralık ya da Ocak ayı olmalıydı.

- Sekiz dokuz ay önce. Ya sen?

Bir yandan kahvaltı için kahve makinesini çalıştırıyor, buzdolabından kahvaltılık reçel tereyağ türü bir şeyler çıkartıyordum.

- Bir sene olmuştur, diye yanıtladı halam. Senede en fazla bir kere konuşuyorduk zaten.

- Demek benden de daha az aralıklarla konuşuyordun onunla,

dedim.

Şaşırmıştım. Yalnız bir adamdı demek babam.

- Hala, dedim. Tam olarak ne oldu? Neden ailenin geri kalanı gelmedi cenazeye?

Halam mutfağın masasına elleriyle yaslanarak gözlerini kaçırdı.

-  Sana hiç anlatmadılar mı?

- Hayır.

Derin bir nefes çekti.

- Baban bir Moğolistan’lı ile evlenmek istediğini söyleyince, ailede kıyamet koptu. Kıyamet koptu dediğim, deden, yani babam, masaya yumruğunu çakıp, bu söz konusu bile olamaz dedi. Annem de kollarını göğsünde kavuşturup, dudaklarını sessizce büzdü. Biliyorsundur belki bütün aile milliyetçi sağ ucu desteklemiştir her zaman. Herkes karşı çıktı. Ben hariç. Daha opera sanatçısı olduğunu bilmiyorlardı. Bir de sahnelere çıktığını duyduklarında ikinci kıyamet koptu. Zaten babanın müzik kariyerine de en başta karşı çıkmışlardı. Bu işlerin böyle dallanıp budaklanacağı belliydi gibi sözler sarfedildi. Günlerce, haftalarca evde gerginlik oldu. Babanı vazgeçirmeye çalıştılar. O da hiç bir zaman ailesinin isteklerine boyun eğecek bir insan olmamıştı.

Kafasının dikine gitti. Ailesi onu mirastan reddetmekle tehdit etti.

- Anneme çok mu aşıktı ki?

- Anneni seviyordu ama benim anladığım kadarıyla daha çok ailesine karşı çıkmak istediği için, kendi iradesini kabul ettirmek istedi. Zaten siyasi görüşü de ailedeki herkesle zıttı. Ben hariç.

- Ve en sonunda, babanın vazgeçmeyeceğini öğrendiklerinde, onu evlatlıktan reddettiler. Büyük olaylar patladı. Deden avukat tutup, oğlunu mirastan mahrum bıraktı.

- Neden ama? Sadece annem yabancı olduğu için mi?

- Baban erkek evlatların en büyüğüydü. Ve deden onun kendileri gibi soylu bir aileden biriyle evleneceğini düşünmüştü hep. Kariyer sahibi bir yabancı kadın, bizim muhafazakar milliyetçi ailenin geleneklerine çok tersti.

- Sonra boşandıklarında, babam için büyük yıkım olmuş olmalı. Uğruna her şeyden vazgeçtiği, ailesini bile karşısına aldığı, kadın…

- Baban için yıkım olan, boşanmak zorunda kalmış olmaktan çok annenin bitmek bilmeyen abuk subuk sadakatsizlikleriydi. Biliyorsun, prensip sahibi olmuştur her zaman ve sadakatsizlik kabul edebileceği bir şey asla olamaz.

Babamın hepimize öfkesi ve mesafesi şimdi daha anlaşılabilir bir şey olmuştu evet, ama benim tüm bunların içinde ne suçum vardı? Belki de çekik gözlerim yüzünden beni de La Diva’nın bir uzantısı gibi görüyordu. Oysa La Diva kadar ona da aittim.

Kahvaltının geri kalan kısmında havadan sudan şeylerden bahsettik. Ben ona biraz Film Festivali’nin büyülü atmosferini anlattım, o bana fransız taşrasının komik dedikodularından bahsetti.

Sonra halam odasına çekilip, biraz kitap okumak istediğini söyleyince ve hüzün ruhumun altında bir çarşaf gibi gerilince, piyanomun başına geçip, bu yasın acısını seslerle tarif etmeye giriştim. Tuşlarda aradığımı bulmaya çalışırken sinir bozucu şekilde, bir önceki bestemin temalarına takılıyordum, çizilmiş bir plak gibi sesler o oluklardan dışarı çıkamıyordu. Yani Enki ile ayrılığımı, hislerimi müziğe dökmek istediğimde ortaya çıkan temalar. Bir süre sonra pes edip, piyanonun başından kalktım.

Sabah çok erken yola çıkmıştık. Esnemeye başladım uzun uzun. En sonunda kendimi koltuğun üstüne attım. Biraz kestirmek iyi gelecekti. Derin bir uykuya dalmışım. Karmaşık, senaryolu rüyalar gördüm. Dev bir çelik sarkaç, çölün sarı- hardal rengi kumunun üzerinde düzenli aralıklarla gidip gelip hoş izler bırakıyordu, müzik notaları o izden dışarı çıkamıyorlardı, o düzene hapsolmuşlardı. Oysa kum yumuşacık diyordum kendime izden sapmak o kadar zor olmamalı. Düzeni bozmaya çabalıyordum, fakat sarkaç yeniden geçip tüm çabalarımı sıfırlıyordu. Sarkaca dikkatli baktığımda Enki’nin yüz hatları bir gölge gibi beliriyor sonra kayboluyor, aynı yüz hatları sonra Enki’ninkiyle dönüşümlü olarak babamın yüzüne benziyordu. Sonra ikisini görüyordum, birbirine paralel izlerden sırtları bana dönük olarak o oluklardan yürüyor ve benden uzaklaşıyorlardı. Oluğun izleri kalıyordu geriye. Mükemmel fakat kırılgan.
Hava sıcak diye mi, rüyanın sıkıntısından mı bilmem, ter içinde uyandım. Rüyanın anlamını düşünmeye başladım. 

- Limonata hazırladım ikimize, dedi halam o sırada, elinde büyük boy iki bardakla mutfaktan salona geçerek. Buzları da unutmamıştı.


- Taze naneleri nereden buldun?

- Terastan kestim aldım, umarım sorun olmaz, dedi.

- Doğru, nane ekmiştim saksıya, tamamen aklımdan çıkmış, dedim yerimden doğrularak. Limonata bu hararete ilaç gibi gelecekti.

- Keşke kurabiye de olsaydı.

- Var aslında, soldaki en üst çekmecede gidip alayım, dedim.

- Sen kalkma yerinden, şunları tut. Ben gider alır, gelirim.
İki dakika geçmeden Amandine halam elinde geniş bir tabak damla çikolatalı hazır kurabiyeyle geldi mutfaktan.

- Terasa çıktığını duymadım, dedim. Derin uyumuş olmalıyım.

- Anahtarı aldım seni rahatsız etmemeye çalıştım, dedi. Dinlenebildin mi? Tüm bu yoğun duygular insanı perişan eder, dedi.

- Pek sayılmaz, dedim. Garip bir rüya gördüm.

- Ne gördün?

Anlattım. Amandine halaya daha önce Enki’ den bahsetmemiştim. Çok ayrıntısına girmeden özet geçtim.

- Onu çok sevmiş olmalısın, dedi bana, dirseğini masaya çenesini eline yaslayarak dinledikten sonra.

- Evet, sevdim, dedim limonatadan bir yudum alarak.

- İkisinin kaybı üst üste gelmiş, dedi.

- Haklısın biraz öyle oldu, dedim.

- Yaşı senden biraz büyük müydü?

- Evet, yedi sekiz yaş kadar, nereden bildin?

- Ve senden uzaktaydı.- Evet!?

- Rüyanda, ikisinin parallel gidişini yorumladım sadece, dedi. Sence ikisinin başka ne benzer yönleri vardı? diye sordu. Sanki rüyan senin dikkatini bu yöne çekmeye çalışıyormuş gibi.

Babam ve Enki arasında parallelik kurmak doğrusu hiç daha önce aklıma gelmemişti. İkisi benim gözümde iki ayrı gezegen gibiydi. Fakat üstüne düşününce, benzer yönleri uzaktan ağır ağır belirmeye başladı. İkisinin de özünde yabanilik diyebileceğim bir karakter özelliği vardı. Kolay kolay kimseye yanaşmazlar, açılmazlardı. Bir kartal gibi asil ve tek yaşarlardı. İkisini de bir sürünün parçası olarak düşünemezdim.

- Bilirsin mutlaka, kız çocukları babaları ile ilişkilerinin modelini yetişkinliklerinde partnerlerinde tekrarlar, dedi halam.

Evet benzer bir şey duymuştum geçmişte, okuduklarımdan buna benzer bir bilginin gölgesi duruyordu bir yerlerde. Fakat bu bilgiyi pratiğe dökmeye çalışmamıştım hiç. Birden babamla aramda hep var olmuş duygusal mesafe ve Enki ile aramdaki fiziksel mesafe üst üste bindi ruhumda. Sanki ikisi aynı kumaştan biçilmiş uzun bir yol gibiydi. Ve Enki’nin aniden benden uzaklaşması da babamın boşanmasından sonra uzaklaşmasıyla benzerlik gösteriyordu. Bu parallellikleri kavramaya çalışırken, gözlerimi bir süre mutfaktaki boş duvardaki bir noktaya diktim. Bu perspektiften bakınca, Enki sıradan günlük bir nesne gibi göründü gözüme, eski çekim gücünü ve üzerimdeki etkisini aniden kaybetti. O sadece bir yankıydı. Babamla bozuk olan ilişkimin yankısı. Bir yankı "kadar cisimsizleşti gözümde, kalbimde. Bir yankı gibi söylene söylene, sustu. Bu sessizlik o kadar rahatlatıcı geldi ki bana o an. Aşk acısı denen o cendereden kurtulup, geniş ve ferah gerçek dünyaya adım attığımı hissettim.

Geniş ve ferah gerçek dünyaya adım atmak öyle sihirli, yepyeni ve rahatlatıcıydı ki, bunu herkese duyurma ihtiyacı hissettim hemen o an. Herkes görsün, herkes bilsin hissiydi bu. En çok da Enki…Bunun kendi içinde ne yaman bir çelişki olduğunu o an kavrayamadım ne yazık ki: “Enki bak, artık seni düşünmüyorum”. Böyle söyleyince, “imkansız, nasıl olabilir” diyor insan ama sıcağı sıcağına hiçbir şey anlamıyordum. Aslında hayatın bana bu konuda vereceği bir ders daha vardı, bunu o an bilmiyordum.

7 Ağustos 2025 Perşembe

Ondokuzuncu bölüm

Adeta yıldızlara dokunduğumuz Uluslararası Venedik Film Festivali biteli tam iki hafta olmuştu. Hans Zimmer festival biter bitmez bana mail atıp ortak bir proje için işbirliği isteğini yinelemişti. Niclas hiç Viyana’ya dönmeden doğrudan Los Angeles’a uçmuştu. Eylül ayının ortalarını geçmiştik. Enki’yi de artık ardımda bıraktığımı düşünüyordum. Çok daha büyük işlerle meşguldüm, öyle değil mi? Enki hepsinin yanında küçücük kalıyordu. Bundan o kadar emindim ki. Bak diyordum kendime, yepyeni bir hayat başladı benim için. Hollywood için film müziği yazacağım. Belki Venedik Film Festival’inden sonra Oscar adayı olarak Akademi Ödüllerine bile davet edilirim bir gün, belli mi olur? Uluslararası bir kariyerin ilk basamağındaydım. Önümde koca bir dünya, koca bir hayat vardı. Sonuçta, diye düşünüyordum, kavga bile etmedik. Ve en son bana “istediğin zaman beni arayabilirsin” demişti. Ve ben o günden sonra onu bir kere bile aramamıştım. Zaten hayat beni fazlasıyla meşgul etmişti. Belki arkadaş kalabilirdik. Ara sıra birbirimizi yoklar, ne yapıp ettiğimizi sorardık. Çok sık değilse bile, arada bir. Onca yaşanmışlıktan, yakınlıktan sonra birbirimize tamamen yabancı mı olacaktık? Buna gerek yoktu. Hem ona Hans Zimmer’i anlatmak için can atıyordum. Kesin o da heyecanlanacaktı. Eski güzel günler gözümün önünden geçit yaptılar. Onu arayıp nasılsın demek aslında öyle kolaydı ki. Alt tarafı telefonun öbür ucundan çıkıverecekti. Bu kolaylık aklımı çeldi. Bu masum görünümlü düşünceler ve eskinin geçit yapması da. Niclas ya da Sofia o an yanımda olsalar asla yapacağım şeye ne onay ne de izin vermezlerdi biliyordum ama bazen de insan kendi istediğini yapmalı, öyle değil mi? diye düşündüm o an. Ah gençlik, ah saflık. Sonuç olarak, piyanomun başından kalkıp, çantamda duran telefonu gidip aldığımı hatırlıyorum. Enki’nin numarasının kaydını bulmak yarım saniye sürmüş olmalı. Videolu olarak arama seçeneğine basmak, içimdeki yapma diyen sesi susturmak, saçımı başımı aynada düzeltmek. Ve içimi sıkıştırıp, kanatan o bekleme anı: ya açmazsa? Ya ters konuşursa? Dııııt…dıııt…dıııt…dıııt…dördüncü çalış, beşinciden sonra kapatırım, diye düşünürken hattın açıldığını belirten o mekanik ses, ardından Enki’nin o çok tanıdık sesi:

- Evet Lana? Ne vardı? videoyu kapatmış, görüşmeyi sesli görüşmeye çevirmişti.

Sesinde duyduğum bezginlik tek başına yetti zaten ruhumu kan revan içinde bırakmaya. Sesinde bir gram heyecan duysaydım belki, bana yetecekti. Ama kayıtsızlıktan da öte, bezginlik de nesiydi? Sanki her gün arayıp taciz ediyormuşum gibi.

-  Seanstasın sanırım, diyebildim, yutkunduktan sonra.

-  Evet, öyle. Bir şey mi söyleyecektin?

Söylemek, anlatmak istediğim şeylerin çoğu, anlamını kaybetti elbette bu tavrın karşısında.

- Ne söylememi istiyorsun Enki? dedim. Nasılsın iyi misin diye soracaktım, ama belli ki rahatsız ediyorum. Kusura bakma, dedim.

- İyiyim, teşekkür ederim, dedi içinde bir gram sevgi ve özlem barındırmayan resmi ve kuru bir ses tonunda.

İşte buradaydım. Aradığıma milyon kere pişman. Süzme bir aptal gibi hissediyordum kendimi. Ne bekliyordum ki ondan? Viyana’daki ilk geceyi hatırladım birden. Daha önce hatırlasaydım daha faydalı olacaktı. Ah keşke onu aramamış olsaydım. Ah keşke zamanı yeniden düzenleyip şu konuşmayı ortadan silebilseydim. Mümkün değildi ne yazık ki. Gene beni beş para etmez bir yerbezi gibi hissettirmeyi başarmıştı. Ve geri dönüşü yoktu.

- Ben de iyiyim, sorduğun için teşekkürler, dedim.

Yaptığım ironiye sessizlikle cevap vermişti. Ah şu hiçbir yere gitmeyen konuşmalar, benim kaderim miydi yoksa? Suç bende miydi? Neydi? O an bunu anlayabilecek, durumun üstünde herhangi bir hakimiyet sağlayabilecek konumda değildim. Sudaki bir yaprak gibi duygularımın  selinde sürüklenmekteydim. Nereye tutunacaktım? Bilmiyordum. Tek bildiğim bu utanç verici konuşmanın sonlanması gerektiğiydi.

- Hadi sen seansına devam et, dedim. Arkadaş kalabileceğimizi düşünmüştüm nedense, şapşal bir iyimserlikmiş. Artık anladım, dedim.

Cevap bile vermeden telefonu kapattığına inanamadım. Bir daha asla diye yeminler ettim kendime. Bir daha asla ne olursa olsun onu aramayacaktım. Ölürdüm de onu aramazdım. Bir daha bu tuzağa düşmemek için elimden ne gelirse yapacaktım. Kendi kendimi yaktığımı o zaman bile anlamıştım. Bu derdin bildiğim tek bir çaresi vardı: Sofia. Beni kurtarırsa o kurtarırdı. 

Çünkü kendimi hiç güvende hissetmiyordum. İlerleyen zamanda şu anki duygunun üstüne basıp, bahaneler üretmem her şeye rağmen mümkündü. Bunun önüne şimdi geçmeliydim. Sofia’yı aradım. Hiç zaman kaybetmeden.

- Nasılmış benim canım kuzum, diye sıcacık cevapladı aramamı, nasılsın söyle bakayım?

Enki’nin soğukluğundan sonra çok iyi gelmişti.

- Ben çok iyi değilim, dedim. Kendimi çok kötü hissediyorum.

- Söyle bakalım bunlardan hangisi moralini bozdu: annen mi, baban mı, yoksa yakışıklı fakat zehirli prens mi?

Birden yoğun bir ağlama isteği geldi. Tuttum kendimi.

- Sonuncusu, dedim.

- Nasıl oldu ki dedi, Viyana’da değil mi o kahrolasıca adam?

- Ben aradım onu, dedim süt dökmüş kedi edasıyla.

- Sen mi aradın? İşte bu çok ilginç, dedi. Sen, seni üzene bir daha pas vermezdin Lana’m. Nasıl oldu? Anlat bana…

Sofia’nın beni yargılamadan, azarlamadan, daha fazla üzmeden olanı biteni anlamaya çalışması bile tek başına yarama merhem oluyordu.

- Vermezdim değil mi? dedim düşünceli. Ben de bilmiyorum dedim. Kendime hakim olamıyorum. Aslında bu sefer artık onu nasılsa geride bıraktığımı düşünüp, arkadaş olabiliriz düşüncesiyle aramıştım ama…

- Seni gene üzdü, gene kalbini kırdı öyle değil mi?

- Evet, aynen öyle oldu, dedim bir ton pes bir sesle.

"- Hmmm. Çok ilginç.

- İlginç olan nedir?

- Yani bu düşünme biçimi, sende daha önce görmediğim bir şey. Sanki sigarayı bırakmaya çalışıyorsun da, bırakamıyorsun. Ya da nasılsa artık bıraktım diye kendini kandırıp bir tane daha içebilirim diye düşünüp, tekrar o illetin pençesinde buluyorsun kendini. Ama senin her zamanki davranışında hiç böyle bir şey görmedim ben bugüne kadar.

- Üstelik kendimi beş para etmez biri gibi hissediyorum onunla son zamanlarda.

- Hmm, anlıyorum, dedi.

Biraz durdu. Belki söyleyeceklerini toparlamak, sıralamak için düşünüyordu.

- Galiba, yani tam emin olamamakla beraber, acaba Enki’nin geçmişinde ciddi bir bağımlılık hikayesi olabilir mi? Gençliğinde veya şu anda, alkol, madde, sigara bağımlısı olmasın?

- Sanmıyorum, neden böyle düşündün ki? dedim.

- Çünkü kendi başa çıkamadığı bağımlılık mücadelesini bilmeden sana yaşatıyor olabilir, dedi. Normalde arkana bakmadan dönüp giden sen, sanki ondan kopamıyorsun. Bir türlü onu bırakamıyorsun, bu sence de çok garip değil mi? Üstelik seni mutlu bile etmiyor, sana acı veriyor. Çok belli ki ilişki toksikleşmiş. Neden arkanı dönüp gidemeyesin ki? Senin gibi güzel, güçlü, kariyer sahibi bir kadın.

- Hiç sanmıyorum, dedim. Enki sigara içmez, madde kullanıyormuş gibi bir hali de yok, yani zaten Bütünsel Sağlık Koçu. Hatta asla yemekle beraber alkol almaz, buna kaç kere şahit oldum.

- Asla mı alkol almıyor?

- Evet, sıkıcı olmak pahasına, asla, dedim.

- Yani artık ağzına bile sürmüyor.

- Doğru. Ne? Nasıl? Yani eski bir alkolik mi demek istiyorsun?

- Bence oldukça mümkün, Lana’cığım.

Enki’nin bana karşı son zamanlarda takındığı tüm o kendine hakim, neredeyse mağrur tavırlarını düşündüm. Ne kadar kendinden emin gözüküyordu ve Sofia’nın dediği doğruysa aslında içinde ne kadar büyük bir savaş veriyordu. Ya da vermişti. Tüm konuşmayı bir de bu pencereden gözümün önünden geçirdim. Bir anda üstümdeki tüm gücünü kaybetti. Tüm o havalar, o eda aslında çaresizliğini örtmek için bir maskeydi. Sudaki yaprak misali duygularımın seline kapılıp gitmem son bulmuştu. Bir fikirle. Ya da belki en azından eski gücünü kaybetmişti. Onu şu an için tam olarak değerlendirmem mümkün değildi. Olanı zaman gösterecekti ama ruh halim yüzde yüz değişmişti. Sofia ile konuşmadan önceki kendimi değersiz hissetmem buhar olup uçmuştu. Enki’nin alkolle mücadelesi sırasında hissettiği değersizlik hissiydi üstüme yapışan o leş gibi duygu. Yerine Enki’ye acıma duygusu gelmişti. Her şekilde, artık problemi nereden tutacağımı biliyordum. Mücadeleyi nereden yürüteceğimi de. Sofia’ya binlerce kere teşekkür edip, konuşmayı sonlandırdım.




6 Ağustos 2025 Çarşamba

Onsekizinci bölüm

Sonunda büyük gün gelip çatmıştı. Dünyanın en köklü film festivalinin, Uluslararası Venedik Film Festival’inin konuklarına özel olarak gönderdiği gondola Niclas’la beraber binmiş, Lido adasına doğru hareket etmiştik. O sabah onu Marco Polo havaalanından karşıladığımda, tanımakta zorlanmıştım. Rastalar gitmiş yerine modern ve temiz kesimli hafif uzun fakat son derece havalı bir saç gelmişti. Yüzü tertemiz traşlıydı. Yeni saç kesimiyle su yeşili gözleri daha da belirginleşmişti. Havaalanının ortasında bir yıldız gibi ışıl ışıl parlıyordu. Takımı özel kılıfında kırışmasın diye elinde taşımıştı. Beni görünce sarılmış, kucaklaşmıştık. Benim eve uğramış, eşyalarını bırakıp, kısa bir duş alıp üstünü değişmişti. Ben de eve varınca üstümü değişmiş, göbeğe kadar inen, derin dekolteli askısız koyu mavi, dizde duran, bir gece elbisesi giymiş, saçlarımı maşayla dalgalandırmış, şık bir gece makyajı yapmış, kıyafeti bütünleyecek hafif takılarla geçit törenine hazırdım. Çıkmadan Sofia ve anneme, televizyondaki canlı yayını takip etmelerini, kırmızı halıdan geçeceğimizi haber vermeyi unutmamıştım.

Gondolun bizi alacağı rıhtıma gidene kadar insanlar dönüp bakmışlardı. Gondolda geçiş kartlarımızı kontrol etmişler bundan  sonra  boynumuza  asmak  zorunda  olmadığımızı söylemişlerdi. İkimizinkini çantama kaldırmıştım. Niclas o kadar parlıyordu ki ona kaçamak bakışlar atmaktan kendimi alamıyordum. Tabii ki o bakışlardan birinde yakalanmam kaçınılmazdı. Baktığımı fark edince, memnun, gülümsedi ve cebinden akıllı telefonunu çıkardı.

- Sence Sophia Loren’i de görür müyüz, diye sordu, ikimizin gondoldaki fotoğrafını çekerken.

- Görme olasılığımız var, dedim ekrana gülümseyerek.

- Sen kimi görmek isterdin, diye sordu kamerayı indirip. 

Hiç düşünmeden:

- Benim için George Clooney bir numara, dedim, tereddütsüz. Sophia Loren dışında senin gözünde efsane bir aktris var mı? diye sordum.

- Juliette Binoche’u çok beğenirim, dedi. Hangi filmde oynasa, izlerim.

- Efsane bir gün bizi bekliyor, dedim, gözüme giren ışığı elimle kesmeye çalışarak.

- Kesinlikle öyle, dedi, gülümseyerek gittikçe yakınlaşan Lido adasına baktı.

Lido’nun rıhtımına yaklaşmamıza 500 metre kala, çevremize başka sanatçı gondolları geldi. Tam sol tarafta gördüğüme inanamadım, hafifçe Niclas’ı dirseğimle dürtüp, belli etmemeye çalışarak bakışımla sol tarafı işaret ettim, Catherine Deneuve’le aynı hizzadaydık. Niclas da sağ tarafını işaret ediyordu belli etmemeye çalışarak. Steven Spielberg de misafirlerin arasındaydı ve tam o an sağ tarafımıza yaklaşmış gondolun içinde bir kol uzaklığındaydı. Yıldızlara bu kadar yakın olmak, büyülü bir duyguydu.

Diğer gondollara da bakmaya çalıştım. Fakat rıhtıma yanaşmıştık. Bizi karşılayan görevli elimden tutup gondoldan inmeme yardımcı oldu. Benim ardımdan da, Niclas’a. Sonra bizi bekleyen festival sponsoru arabaya bindik ve önüne kırmızı halı serilmiş, festivalin ana mekânı meşhur Palazzo del Casino’ya doğru kısa bir yol gittik. Pencereden bakınca, Palazzo’nun önündeki kalabalık uzaktan bile fark ediliyordu.

Arabadan ilk ben indim, ve flaşlar ardı ardına patladı. Ardımdan Niclas da indi, ve flaşlar onun için de patladı. Arabanın kapısını kapattı ve eliyle nazikçe belimi kavradı poz verirken. Araba hareket edip arkamızdan gittiğinde, flaşlar artık azalmış ve festival görevlisi bizi kırmızı halıya davet ediyordu. Bizden önce geçen grubu bekledik. Halının her iki yanına ayrı poz veriyorlardı. Hafif ve güzel bir heyecan kapladı içimi. O an bütün kameralar ve dünyanın gözünün önündeydik. Tabii ki Enki’yi düşündüm kaçınılmaz olarak. Niclas bir star gibi parlıyordu evet, ve çok candan bir insandı aynı zamanda fakat gönlüm Enki’yi özlüyordu, bana tüm yaptıklarına rağmen. Önümüzdeki grup Palazzo’nun kapısına yönelmişti artık. Annem izliyor muydu acaba? Meydan boştu. Niclas’a baktım. Hiç istifini bozmuyordu. Sanki her gün yürüdüğü yerden geçiyor gibi havalıydı. Elimden tuttu ve benimle beraber kırmızı halıdan geçip fotoğrafçıların önünde durduk. Flaşlar tekrar patlamaya başladı.

- Signore! Signore!

Niclas’a sesleniyorlardı. Niclas elimi bıraktı ve cebinden bir bez pankart çıkardı: ingilizce dilinde büyük punto harflerle Dünya Barışı yazıyordu bezin üzerinde ve gazetecilerin hepsi onun bu halini çektiler. Bir an korktum. Bunu öngörmemiş, konuşmamıştık. Görevli bizi dışarı atar mıydı? Başımı çevirip, endişeyle girişi tutan görevliye baktım. Vücut dili gergindi. Fakat bir şey yapmadı. Sonra arkamızı döndük ve arkamızda kalan fotoğrafçılara poz verdik. Zaten, Niclas da uzatmadı. Pankartı cebine katladı ve elimden tekrar tutup, Palazzo’nun kapısına kadar bana eşlik etti. Aktivistliğin gereğini yapmıştı.

Palazzo’nun devasa sütunlarının arasından geçip, kapıdaki görevliye, ismimizi verdim ve bize arka sıralarda ortalarda bir yer söyledi. Festival dünya prömiyerini yapacak bir filmle açılışı yapacaktı. Biz de kokteylli ve benim bestemi çalacak orkestralı etkinlikten önce bu filmi izleme şansını bulmuştuk. Niclas’la bize gösterilen yere yerleştik. İkimiz de birbirimizle konuşmadan, gireni çıkanı izliyorduk heyecanla. Uzun bir süre tüm konukların gelmesini bekledik. Biz yerleştikten uzunca bir süre daha sonra, artık salon neredeyse tamamen dolmuşken, bir görevli sıranın başından Niclas’a işaret etti. Niclas yerinden kalktı, görevlinin yanına gitti. Ah! dedim içimden. Yoksa pankart yüzünden bizi atacaklar mı? Ama öyle olsa hemen müdahale ederlerdi. İki dakika sonra, Niclas yanıma geldi, kulağıma eğilip, önde protokol kısmında boş yerler kaldığını, arzu edersek oraya geçebileceğimizi söyledi.

Hemen öne geçtik. Öndeki protokol kısmı dünya sinemasının kaymak tabakasının oturduğu yerdi. Artık herkes neredeyse yerleşmişti. Yanımdaki boş koltuk bir süre sonra doldu: Adam Driver, eşiyle gelmiş, yanımdaki boş koltuğa yerleşirken bana da başıyla hafif bir selam vermişti. Tam ben de ona selam verirken, bu sefer iki öndeki sırada hafif kırlaşmış saçlarıyla, George Clooney, evet efsane George Clooney’nin ta kendisi arkasını döndü ve göz göze geldiğimizi düşündüm. Emin de olamadım çünkü onun dönmesiyle salonu karartmaları aynı ana denk geldi. Kalbim yerinden çıkacak sanmıştım. İstemeden, Niclas’ın elini olabildiğince sıktım. Niclas karanlıkta bana döndü ama Clooney’i görmemişti. Hareketime bir anlam vermediği için yüzüme boş boş bakıyordu. O kadar ünlünün içinde ismini telaffuz etmek istemedim, birisi duysa utanırdım. Niclas’a sadece olanca şirinliğimle gülümsedim. Karanlıkta görebildiğini umarak.

Dünya prömiyerini yapan “Yansıyan düşler: büyüklere masallar” filmi ismi gibi iddialı ve sıcak bir yapımdı. Bir yanımda Niclas, diğer yanımda Adam Driver, iki önümde Clooney ve sevgilisi, bir salon dolusu ünlü ve sinema emekçisi ile beraber filmi izledik. Tüm umudumu filmin çıkışına bağlamıştım. Clooney’i bir daha yakından görmek istiyordum. Jenerik akmaya başladığında, onun koltuğuna baktım, henüz salonun ışıklarını yakmamışlardı. Fakat ne o ne eşi ortalıkta görünmüyorlardı. İzdihama kalmamak için biraz erken çıkmış olmalıydı. “Şansına küs” dedim kendi kendime. Sofia’ya onu yakından gördüğümü ballandıra ballandıra anlatmak için yanıp tutuşuyordum. Film bitiminde, salonun çıkışında kırmızı kategori geçiş kartına sahip misafirlerin, yani Niclas’la benim gibi, soldaki kapıdan teşrif etmeleri rica edildi. Festivalin kokteylli açılış etkinliğine giden kapıydı bu. Diğerleri sanıyorum sadece dışarı çıkıyordu.
İhtişamlı kristal avizelerin tavandan sarktığı dev salona girmiştik ve ilk giren de biz değildik. Bir anda hayatım boyunca gördüğüm bütün filmler bir rüyadaymışım gibi birbirine karıştı. Penelopé Cruz, önümden elinde bir kokteylle geçti. Niclas’a döndüm. Hiç renk vermiyordu güya, kızaran yanaklarından başka onun heyecanını ele veren tek bir mimik bile görmedim. İlerde Javier Bardem, Meryl Streep’le konuşuyordu.

- İkimize içecek bir şeyler getireyim. Ne içmek istersin? diye sordu Niclas.

- Fark etmez, dedim. Şöyle renkli bir şeyler olsun. Mesela mavi, kıyafetime uysun, dedim ve gülüştük.

- Tamam, dedi, sen buradan bir yere ayrılma lütfen burası çok büyük, seni kaybetmek istemem.

- Çok geç kalma, dedim, birazdan bestemi çalacaklar.

Niclas salonun sol dibindeki bara doğru uzaklaştı. Nathalie Portman ve Tom Hanks’in arasından geçtiğini gördüm. Portman’ın Niclas’a alıcı gözüyle baktığını görüp gülümsedim. Sonra gözden kayboldu. Şu an için orkestra, klasik bir şeyler çalıyordu.

Bir süre öyle orta yerde bir masa başında dikildim. Gelen geçen garsonların yiyecek ikramlarından aldım. Masanın üzerinde de atıştırmalıklar vardı. Etrafı seyretmek zaten yeterince eğlenceliydi. Sağ tarafta Denzel Washington’u tanımadığım bir adamla konuşurken gördüm. Ona da ayrıca hayrandım. Derken orkestra çalmayı kesti. Galiba bestemi çalmaya başlayacaklar diye düşündüm, kalbim pıt pıt atışını hızlandırdı.

Önce misafirlerden aşağı kalmayan şıklığıyla sahneye sunucu çıktı. Festivalin resmi olarak açıldığını belirten ve konuklara hoşgeldiniz diyen kısa bir konuşma yaptı. Bu sene festivalde yarışacak filmleri tanıttı, sözü orkestraya bıraktığını söyledi ve herkese iyi eğlenceler dileyip çekildi. "Etrafıma bakındım. Niclas gecikmişti. Bulunduğum yerden orkestrayı tam göremiyordum. Ama kanun çalan sanatçıyı seçebiliyordum. Hazırlandığını, notalarına bakıp toparladığını gördüm. İşte şimdi festival başlayacaktı. Aylarca süren emeğimin meyvesini alacaktım.

Ve ilk tanıdık notalar orkestradan salona yayılmaya başladı. İlk defa kendi bestemi orkestradan canlı dinleyecektim. Demodan mutlaka farklı olacaktı. Salonu gözlemledim. Bazıları konuşmalarına devam ederken bazısı da yüzlerini orkestraya dönmüştü. Niclas’a bakındım. Hala ortalıkta gözükmüyordu. Şimdilik ona boşvermeye karar verdim. Müziğe odaklanmak şu an benim için daha önemliydi. Ah! Ud! Nasıl güzel bir sesi vardı. Ve gözümün önünden Enki ile geçen tüm güzel anlarımız canlandı. Venedik’teki restorandaki dansımız, at çiftliğindeki akşam yemeğimiz, Istanbul’da udu keşfettiğimiz kafenin ortamı, Çırağan’da çekildiğimiz fotoğraf. Aramızdaki sihir gibi ruhsal ve tensel uyum. Masal gibi, film gibi  yaşanmışlıklarımız. Hepsini notalara dökmüştüm. Orkestra müthiş çalıyordu. Besteme zaten güveniyordum ama orkestranın kattığı yorumla bambaşka olmuştu. Yeni bir boyuta kavuşmuştu. Hayatımın zirve noktasındaydım. Karmakarışık hisler içinde. Hem Enki’yi dayanılmaz şekilde özlüyor hem de bu en güzel anıma gölge düşürdüğü için ona çok büyük bir öfke duyuyordum. Parça bitti, ve salonun hatırı sayılır bir kısmı orkestrayı alkışladı. Ben de alkışladım, çok özel bir performans sergilemişlerdi.

İlerde Emma Stone’un elini sıkan 65 yaşlarında, saçı dökülmüş, kısa boylu, biraz da kilolu bir adamın bana doğru gülümseyerek geldiğini gördüm. Ben de ona gülümsedim. 

- Merhaba, dedi. Siz Bayan Lana de Vermont olmalısınız.

Şaşırdım. Beni kim simamla tanıyabilirdi?

- Evet ta kendisi, dedim.

- Ben festivalin kreatif direktörü Gino Bonucci.

- Ah! Tabii ki! dedim. Tahmin etmeliydim. Sizinle yüz yüze tanıştığıma memnun oldum Bay Bonucci.

- Harika bir iş çıkardığınızı bizzat söylemek istedim. İnsanların genelde açılış müziğini durup dinlediği nadirdir. Sizi önemli bir kesim alkışladı, dedi.

- Orkestrayı alkışladılar, dedim.

- Orkestrayla beraber bestenizi de alkışladılar. İzin verirseniz sizi biriyle tanıştırmak istiyorum, dedi.

- Ne demek, çok sevinirim. Kim?

- Ünlü film müziği bestecisi Hans Zimmer.

Yutkundum. Yüzümü sıcak bastığını hissettim. Bu ligde oynamaya hiç hazırlamamıştım kendimi ve ağzım kurumuştu. Niclas nerede kalmıştı? Etrafıma bakındım. Amal Alamuddin tek başına dolaşıyordu. George da buralarda bir yerlerde olmalıydı.

- Elbette, dedim gözlerimi mahcubiyetten kaçırarak.

- Benimle buyurun lütfen, dedi ve koluma girip beni dışarılara doğru sürüklemeye başladı.

Niclas’ı bulmak artık zor olacaktı ama söz konusu olan Hans Zimmer’di. Bu şansı tepemezdim. Zor da olsa Niclas’ı bir şekilde bulurdum. Garsonların dolaştırdığı renksiz içkilerden birini  kaptım  nihayetinde  ve  Bay  Bonucci’nin kolunda insanların arasından geçmeye başladım. İlerde, çok geniş, deniz manzaralı bir balkon vardı. Bay Bonucci insanlara kah başıyla selam vererek, kah tokalaşarak o balkona doğru ilerledi. Birkaç tanıdık yüz daha gördüm. Artık yavaş yavaş ortama alışmaya yani ünlü yüzlere neredeyse duyarsızlaşmaya başlamıştım ki onu tekrar gördüm. Balkonun kenarına yaslanmış, Christopher Nolan ve Hans Zimmer’in arasında duruyordu. Önemli bir şeyler konuşuyor gibi ciddi bir tavırları vardı: George! Bir an durakladığımı hisseden Bay Bonucci dönüp bana baktı.

- Her şey yolunda mı Bayan de Vermont? diye sordu.

- Yolunda merak etmeyin, diye yanıtladım.

O da onları görmüştü, kolumu bırakıp onlara doğru el salladı.

- Hans! Hans! Bak sana kimi buldum!

Bütün bakışlar bana doğrulduğunda tepeden ayak tırnağıma kadar kıpkırmızı kesildiğimi hissettim.

- Beyler, size az önce dinlediğiniz olağanüstü bestenin yazarını takdim ediyorum: bayan Lana de Vermont!
İlk elini uzatan Hans Zimmer oldu:

- Bayan de Vermont, siz yoksa Philippe de Vermont’un akrabası mısınız?

- Evet, kızıyım, dedim.

- Hiç şaşırmamalı o zaman. Besteye eklediğiniz oryantal enstrümanlara bayıldım, dedi. Nereden esinlendiniz?

-  Şey… gezilerimden, diye yanıtladım.

- Çok güzel, çok güzel, sizinle uzun uzun konuşmak isterim. Belki ortak bir proje yaparız arzu ederseniz.

- Seve seve, diye yanıtladım.

Sonra George elini uzattı. Bay Bonucci:

- Sanırım George’u takdim etmeme gerek yok.

- Siz az önceki gösterimde arka sıramda mı oturuyordunuz? diye sordu Clooney.

- Evet, evet, diyebildim.

Heyecandan altıma kaçırsam işten değildi. Neyse ki öyle bir rezalet çıkmadı. Onunla hafifçe tokalaştık. Gülümsedim. Gözlerimi ondan almaya çalıştım.

Son olarak Nolan ile tanıştırıldım ve tokalaştık.

Muhteşem üçlünün masasında çok duramadım. Başkaları da geldi ve herkes birileriyle konuşuyordu, ben kısa süre sonra oradan ayrılmanın daha uygun olacağını sezdim. Sessizce balkonu dolaştım, gözümle Niclas’ı kolluyordum, bir yandan da anlatsam bana inanmayacağını düşünüp kendi kendime gülümsüyordum. Bütün balkonu dolaşıp, Meryl Streep’i iki kere daha, Denzel’ı da bir kere daha gördüm, ama artık tamamen kanıksamıştım. Ve on beş dakika boyunca orada burada Niclas’a bakındıktan sonra iki elinde içkilerle onun sarı kafasını kalabalığın içinde fark ettim. Hemen o yöne gittim:

- Niclas! diye seslendim. 

Bana doğru baktı, yüzü allak bullaktı. 

-Kusura bakma, orada duramadım, ama sana anlatacaklarım var. Sen iyi misin? dedim.

- Lana! Lana! Buradayım! Evet! Benim de sana anlatacaklarım var dedi mavi renkli içkiyi bana uzatırken.
Bir yudum aldım.

- O zaman önce sen anlat, dedim. Her şey yolunda umarım. Altüst olmuş gibisin.

- Barın orada ikimize içki isterken bir teklif aldım, dedi.

- Ne? Ne teklifi? diye heyecanlandım.

- Amerika’lı bir yönetmenden, yeni filminde oynamak için, dedi. Ona oyuncu olmadığımı söyledim ama önemli değil sana oyunculuk dersi aldırırız dedi. Hollywood’a seyahat etmek için müsait olup olmadığımı sordu.

- Ne diyorsun! Muhteşem bir haber! Kim bu?

- Kartını verdi, benim kartım filan olmadığı için ona telefonumu ve mail adresimi verdim, derken bana cebinden kartı uzattı.

Kartı okudum.

- Hemen google’dan bakalım.

- Ben baktım bile, dedi. Bir önceki projesinde Angelina Jolie kısa bir rolde görünmüş. Ama genelde tanınmamış aktörleri tercih ediyor.

- Niclas! Hiç gittin mi Amerika’ya?

- Hayır, dedi, ilk defa olacak.

- Ah şahane! Niclas şansın döndü, dedim.

- Evet öyle oldu sanki. Senin de anlatacakların vardı… Anlatsana neler oldu?

5 Ağustos 2025 Salı

Onyedinci bölüm

Haziran aylarının başındaydık, festivalin açılışına üç ay kadar bir süre kalmıştı. Ve ben Niclas beni aradığından beri üç gündür ceset gibi yatakta yatıyor, ya tavanı seyrediyor ya ağlama nöbetleri geçiriyordum. Yatağın üstü ve yerler kullanılıp atılmış mendil doluydu. Üçüncü gün yatakta yatmaktan sıkıldım. Banyoya gittim. Yüzümü yıkadım. Perişan görünüyordum, en kötüsü de aynada kendime dikkatli bakınca saçlarımın arasında ilk defa bir beyaz saç teli farketmek oldu. Gözlerimin kenarları da gülümseyince hafif kırışmaya başlamış diye gözlemledim. Ne yapacağımı bilemeden sıkıntı içinde salona yöneldim. Gözüm tarot kartlarıma gitti. Neden daha önce aklıma gelmedi ki? Enki için beni zamanında uyaran kartlarımı dinlememiştim, artık onun için yapacak bir şey yoktu fakat kreatif direktörün seçimi için bir açılım yapabilirdim en azından. Kutuyu raftan dikkatle aldım. Mor kadife örtüyü orta sehpanın üstüne yaydım. Kartları karıştırdım. Avantaj, dezavantaj ve sonuç içerikli bir açılım yapmaya karar verdim. Şu an hangi kartların çıktığını hatırlamıyorum. Tek hatırladığım anlamsız ve rastgele geldikleriydi. Sezgisel güçlerim sıfırlanmıştı. Emin olmak için, bir test yaptım: kırmızı şapkalı kız masalında kurtun niyeti nedir? odaklı bir açılım yaptım. Ve dostluk kartı çıkınca sinirden kartları, kutuyu ve örtüyü fırlattım attım. Yeni bir ağlama nöbetine tutuldum. Salonun üçlü koltuklarının birinin üstüne yüzüstü kapaklanıp, bir süre hüngür hüngür ağladım. 

Durulunca, Sofia’dan yardım istemek geldi aklıma. Sofia her derdime deva bir insandı. Hemen, mutfağa gidip önce hafif bir sandviç hazırladım kendime. Üç gündür ağzıma bir lokma bile koymamıştım. Su içtim bol bol. Duşa girdim, çıktım. Dişlerimi fırçaladım. Saçlarımı kuruttum. Cilt bakımımı yaptım. Kaç gündür ihmal ettiğim her şeyi yapıp Sofia’yı fazla endişelendirmeden yardımını rica edecektim. Hazır olunca telefonu elime aldım, ve mesaj atmama fırsat kalmadan, ekranda Sofia’nın beni aradığını belirten ismi göründü. Hemen yanıtladım:

- Sofia! Tam seni aramaya hazırlanıyordum! Bu zamanlamayı nasıl başardın?

- Tanrı’ya  şükürler  olsun,  iyi  görünüyorsun  Lana!  Çok endişelendim senin için. Hangi zamanlamadan bahsediyorsun, üç gündür sürekli seni arıyorum. Artık Sicilya’dan kalkıp kapını çalacaktım neredeyse o kadar korktum ki! Neler oldu? Neden açmadın bu kadar gündür telefonunu?

Telefonumu sessize aldığımı unutmuştum. Bakınca, evet üst üste Sofia’nın aramalarını gördüm. Niclas da iyi olup olmadığımı soran mesajlar atmıştı. Hemen ona da dönmeliydim. İnsanları endişelendirmeye gerek yoktu.

- Bunu söylemekten nefret ediyorum ama Enki konusunda çok haklıymışsın, dedim ona ve Niclas’ın bana anlattıklarını kısaca ilettim.

- Ah, kara kuzum, dedi bana, demek üç gündür buna üzülüp telefonları açmıyordun.

- Biliyor musun, Enki hakkında duyduklarım yetmezmiş gibi üstüne bir de sezgisel güçlerimi kaybettim… Tarotlar bana saçma sapan cevaplar veriyor.

- Hmm.  Yaşam  enerjin  yerlerde,  toparlandığın  zaman
sezgilerin de geri gelir merak etme, dedi. Hızlı toparlanmak istiyorsan sana basit bir çay önerebilirim: adaçayı ve nane çayını demle, senin bu güçten kuvvetten düşmüş hallerini en kısa sürede onarır dedi. Kalp kırıklığına çarem yok ama en azından gücün yerine gelsin ki, kalp kırıklığıyla uğraşabilecek halin kalsın.

- Gücüm yerine gelene kadar benim için bir açılım yapar
mısın? Şu kreatif direktörün hangi parçamı beğeneceği benim için çok kritik, ilk gönderdiğimi mi son gönderdiğimi mi yayınlayacaklar Festival günü?

- Sen hangisini istiyorsun?

- Son gönderdiğimi tabii.

- Zamanın var mı?

- Elbette var.

- O zaman sana canlı bir açılım yapayım dedi. Telefonu elimden bırakıyorum.
Telefon bir süre tavanı gösterdi. Tekrar eline aldığında:

- Sana harika bir haberim var. Kartlar çok olumlu şeyler söylüyor. Senin istediğin beste ortaya çıkacak ve çok da ses getirecek sana. Yani dünya çapında bir başarı bile olabilir.
İşte bunu duymak demir gibi ağır kalbimi biraz hafifletmişti. Dünya çapında başarının peşinde değildim şu an. Olsa tabii harika olurdu. Tek istediğim o kadar uğraşıp yazdığım güzel müziğin boşa gitmemesiydi.

-  Benden istediğin başka bir şey var mı?

Vardı olmasına ama nasıl söyleyecektim. Sessiz sedasız benim halletmem gerekiyordu.

- Anladım, ben dedi Sofia, Enki’ yi tekrar görüp görmeyeceğini bilmek istiyorsun, ah benim kara kuzum.
Beni bu kadar iyi tanıması, iyi miydi kötü mü, o an bilemedim. Ama asla kendim, Sofia’dan bunu isteme cesaretini gösteremeyecektim.

Telefon yeniden tavanı gösterdi. Bir süre sonra ekranda Sofia gözüktü:

- Tekrar karşılaşacaksınız, dedi. Yani yüz yüze geleceksiniz. Ama sen yine acı çekiyorsun, kara kuzum bunu sana söylemek zorundayım, dedi. İlişki bitmiş gözüküyor olsa da, yoğun bir temas var. Hatta birkaç tane.

İşte bu nasıl olacaktı? Şu an çok imkansız gözüküyordu. Nasıl karşılaşacaktık? Aynı şehirde bile yaşamıyorduk. Ama hayat da biraz böyle bir şeydi. Bir an önce imkansız gözüken insanın başına geliverirdi.

Sofia ile vedalaşıp telefonu kapattık. Hemen Niclas’ın mesajlarına da döndüm unutmadan. Ve sonra asla yapmamam gerektiğini o sırada bilmediğim bir şey yaptım. Gittim onun parfümünün şişesini kokladım. Sihir gibi aklımdan onunla ilgili olumsuz her şey silindi. Sadece güzel hatıralar gözümün önünde dans etmeye başladılar. Sonra, telefonun fotoğraf albümünden Çırağan Sarayı’nın önünde çekildiğimiz selfie’ye baktım, bir film karesinden fırlamış gibiydik. Birbirimize çok yakışıyorduk, ama ayrı ayrı da çok güzel görünüyorduk. Hele o. Bütün karizmasıyla karşımdaydı. Onun sesini iki dakika olsun duymaya o kadar muhtaçtım ki. Ah. Keşke o anıma dönebilsem de kendime “tehlikeli sularda yüzüyorsun Lana” diye uyarabilsem. Sanki bunca gün bu kadar kahrı ben çekmemişim gibi, sanki Niclas bana hiçbir şey söylememiş gibi, normal zamanda bile yapmadığım bir şey yaptım. Onu telefonla görüntülü arama tuşuna basıverdim. Bir saniye bile sürmedi tuşa basmak. Telefon çalmaya başladığında içim sıkışmaya başladı, yanlış bir şey yaptığımın bilincindeydim. Yine de artık kapatmak için çok geçti. Kalbim yerinden fırlayacak gibiydi. Telefon ikinci çalışta açıldı. Karmaşık hisler içimde çarpışıp duruyordu. Ah gururumu ayaklar altına almıştım. Ve Enki tüm çekiciliğiyle karşımdaydı. Ne diyecektim? Bir hazırlık bile yapmamıştım. Hazırlık yapmaya kalksam zaten kendimi vazgeçirirdim.

- Evet Lana? dedi son derece soğuk ve resmi bir tavırla.

- Ben…şey…

- Evet? Bir şey mi söyleyecektin? Şu an seansımı böldüm, dedi.

- Hayır bir şey söylemeyecektim Enki, dedim. Sadece sesini duymak istedim, bir daha rahatsız etmeyeceğim merak etme, diye toparladım kendimi insanüstü bir çabayla.

Birden ciddileşti.

- Bir daha rahatsız etmeyeceğim derken? Saçma sapan bir şeyler yapmayı düşünmüyorsun ya? diye panikledi hafifçe.

Ah Niclas. Bence o rivayet dediğinde gerçek payı çoktu. Sezmek zor değildi o an. Gözlerimi kapatmışım. Açtığımda, Enki yüzünü ekrana endişeyle yaklaştırmıştı. Neyi kastettiğini anlamak zor değildi. 

- Hayır, buna değeceğini düşünmüyorum, diye bir cevap döküldü ağzımdan. Ayrıca canım tatlıdır, merak etme.

Niye onu sakinleştirmeye çalışıyorsam? Herkes için hassas bir konu olduğundan olsa gerekti. Şakaya gelecek bir kavram değildi.

- İyi, dedi. Beni istediğin zaman arayabilirsin Lana. Şimdi kapatmam gerek.

Ve kapattı da. Boş boş siyah ekranı seyrettim bir süre. Kalbimin normal atış hızına gelmesini bekledim. Sonra telefon elimde yüzüstü koltuğun üstüne uzandım. Ne kadar aptalca davranmıştım. Kendime çok kızıyordum. Ne oldu? İki saniye gördün, duydun da ne oldu? Buz gibi konuştu zaten. Zaten sıcak konuşsa ne yapacaktın? Tekrar ona geri mi dönecektin? Bir tam gün bu yaptığım aptallığa üzülerek, kendime kızarak geçti. Tekrar böyle bir şey yapmayacağıma kendime yemin etmek istiyordum ama diğer yandan, Enki’nin çekim alanına karşı koymak aşırı zordu. O gün bile öyle bir yemin edemedim. Sadece, elimden geldiğince dayanmaya söz verebiliyordum. Sadece bundan emin olabiliyordum. Çaba göstereceğime.
Bu olaydan iki gün sonra, sabah mutfakta kahvaltımı ederken, telefonum çaldı. Arayan Tina’ydı, kreatif direktörün asistanı:

- Bayan de Vermont, günaydın, umarım sizi uyandırmadım.

- Ah! Tina, dedim. Hayır kalkmıştım. Ne olur bana güzel bir haber verin.

- Evet, Bayan de Vermont, dedi Tina. Haberler güzel. Müdürümüz ud’lu kanunlu besteyi öncekinden çok daha güzel  buldu,  hatta  tam  olarak  “etkileyici” sözcüğünü "kullandı. Çok başarılı bir çalışma, tebrik ediyoruz. Bu senenin açılış parçası olarak o besteyi canlı çalacak orkestra. Ud, kanun ve ney sanatçısı konusunda bir öneriniz yoksa biz halledeceğiz.

Kaç gündür ağladığım için, artık her duygusal tepkiye otomatik olarak ağlayarak cevap verdiğimden mi bilmiyorum, içimden gene katıla katıla ağlamak geldi. Ama telefon konuşması sona erene kadar tuttum kendimi. Sadece gözümün kenarından birkaç damla sızan yaşları elimin tersiyle sildim. Sesime yansıtmamaya çalıştım.

- Hayır önerim yok Tina. Size bu konuda güvenim tam.

- Çok güzel. O zaman sizi Festival Açılışı için bekliyoruz bu senenin 28 Ağustos’unda, orkestrayı canlı dinlemek isteyeceğinizi tahmin ediyorum. Ve tabii sonrası için de festival boyunca misafirimizsiniz. Biliyorsunuz halıdan yürüyeceksiniz, ona göre kıyafet kodumuz oldukça abiye. Bütün gözler üzerinize çevrilecek.

- Evet, evet biliyorum. Harika.

- Çok güzel. Bayan de Vermont, size festival alanına girişinizi sağlayacak sanatçı yaka kartınızı kurye ile önümüzdeki günlerde ulaştıracağız. Ah! Neredeyse sormayı unutacaktım: yalnız mı geleceksiniz yoksa size partneriniz eşlik edecek mi?

- Eee…evet partnerim eşlik edecek, deyiverdim.

- O zaman onun da ismini alabilir miyim sizden? Yaka kartına isim yazıyoruz.

- Tabii ki: Niclas Hansson.

Sonra yanlışlık olmasın diye ismi kodladım. Tina herhangi bir soru  ya  da  sorunda  onunla  bu  numaradan  iletişime geçebileceğimi söyleyip konuşmayı sonlandırdı. Ve telefonu kapatır kapatmaz bir posta da sevincimden katıla katıla ağladım koltuğa kapanıp. Sonunda bestem kabul edilmişti. O kadar uğraş, emek boşa gitmemişti.

Son bir iş kalmıştı.

- Niclas? Selam! Nasılsın bugün? sosyal medya hesabından görüntülü arayıp bulmuştum.

- Vay vay vay! Lana! Seni görmek harika. İyiydim şimdi daha da iyi oldum. Önemli bir şey olmuş olmalı. Merak ettirme beni? Enki ile ilgili bir gelişme mi oldu?

- Ah. Aslında oldu ama seni onun için aramadım. Güzel bir şey için aradım.

- Demek ki olumsuz bir gelişme olmuş. Başka güzel ve beni ilgilendiren ne gelişme olmuş olabilir ki? Aklıma hiçbir şey gelmiyor. Söyle çabuk hadi. Beni merakta bırakma.

- Venedik Film Festivali Açılış Galasına partnerim olarak ismini davetli listesine yazdırdım! Eğer gelmek istersen elbet. İstemezsen Tina’dan yaka kartını iptal etmesini rica edeceğim.

Görüntü dondu sandım bir süre.

- Niclas? Niclas? Beni hala duyabiliyor musun?

- Venedik -Film- Festivali- Açılış Galası mı dedin?

Ve görüntü bu sefer rastgele orayı burayı göstermeye başlamıştı. Sanıyorum olduğu yerde zıplıyordu.

- Nasıl yaptın ki bunu? Yani tüm o ünlülerle yan yana mı yürüyeceğiz?

- Evet ve açılış partisine de katılacağız. Ve filmleri de izleyebileceğiz çünkü sonra da festivalin misafiriyiz. Hem de sanatçı kontenjanından.

- Bu harika bir şey!

- Şık bir takım bulman gerekiyor. İstersen Venedik’te evimde misafir kalabilirsin festival boyunca. Ve eğer istersen sana Viyana’dan uçak biletini gönderebilirim.

- Hayır Lana uçak biletine filan gerek yok. Ben alabilirim. Şık bir takım da nasılsa bulunur. Sadece bir anda çok şaşırdım gerçekten. Nasıl oldu ki? Sen yoksa ünlü biri misin? Bir filmde filan mı oynadın? Gerçi bu güzellikle hiç şaşırtıcı olmazdı.

- Aman ne demezsin…Nasıl olduğunu sana anlatırım sonra Niclas.

- Peki ya Enki?

- Ah. Sorma. Dayanamayıp onu aradım.
Bana acır gibi baktı.

- Yapmasaydın keşke dedi.

- Biliyorum. Yanlış bir hareketti. Hiç düşünmeden bir anda oluverdi.

- Şimdi bütün kozları eline verdin. Ne dedi sana? Nasıl davrandı?

- Soğuk ve resmi davrandı ve en sonunda onu istediğim zaman arayabileceğimi söyledi.

- Tam bir pislik bu adam, dedi Niclas. İstediğin zaman arayabilirmişsin. Lütfediyor yani. Yani kendi aramayacak.

Bir şey demedim. Haklı olduğunu biliyordum. Ama bu konuda içim  çok  sıkıntılıydı.  Niclas’la  konuşma  bittikten  sonra kendime bir adaçayı ve nane demi daha yaptım Sofia’nın önerisini dinleyip. Daha öncekiler iyi gelmişti.

4 Ağustos 2025 Pazartesi

Onaltıncı bölüm

Tabii ki üzüldüm. Tabii ki ağladım da. Kim sevip de ayrılınca üzülmemiş, kim ağlamamış? En kötüsü de Film Festivali’nin müziğine her elimi attığımda, yani La Serenissima Rhapsody’nin üstüne her çalışmam gerektiğinde aklıma Enki’nin telefondaki fısıldayan sesi ve tepkisi geliyordu: “ah Lana…ne yaptın…bizi anlatmışsın…” deyişi. Ve her seferinde ruhumun orta yeri koca bir savaş alanına dönüyordu. Sanki çalışmaya devam etmek için, büyük bir soğukkanlılıkla o meydandaki kayıpların üstünden atlayarak geçmem gerekiyordu. Neyse ki Viyana’ya yola çıkmadan besteyi yüzde doksan oranında bitirmiştim. Geriye yüzde onluk bir iş kalıyordu. O da son düzeltmelerden ibaretti, yani bestenin cilası diyebileceğim şey.

Günde bin defa Enki’yi düşünüyordum. Yemek pişirirken, duştan çıktığımda ya da kendime başka bir bakım yaptığımda, aynaya baktığımda, bir kafede kahve içerken, alışveriş yaparken, sokakta gezerken, alakalı alakasız her düşüncenin ucunda hortluyordu. Vaporettolarda gözlerim aptalca onu arıyordu, kilometrelerce ötede olduğunu bilmeme rağmen. Bir daha onu asla görmeyeceğimi düşünüp ağlamaya başlıyordum. Sanıyorum hepsinden zoru buydu. O boylu boslu endamlı kadın bile pek umurumda değildi. Kıskançlık hislerim her zaman zayıf olmuştur. Çünkü hep şöyle düşünürüm: benden bir tane var, başkasıyla başka bir şey yaşar, asla kimse benim yerimi tutamaz. Bu kibir gibi gelse de kulağa, bence değil.

Bazen de kendime kızıyordum. Nasıl bu “yoğunluk” bahanesine kanmıştım. Neden uzak mesafe ilişkisine razı olmuştum? Sofya ile bu düşüncelerimi paylaştığımda bana:

- Ona öfkeni yeterince ifade edemedin, şimdi o öfkeyi kendine yönlendiriyorsun, demişti.

Ne diyebilirdim ki elbette haklıydı. Kendime kızmam biraz hafiflemiş olsa da öfke günün sonunda öfkeydi işte.
Diğer yandan, ben ayağımı Venedik’e basar basmaz, Niclas beni sosyal medya hesabından kendi hesabına eklemişti. Gün içinde “merhaba, günün güzel geçsin güzel kadın” tarzı mesajlar atıyordu. Bana “yalnız değilsin” demek istiyordu. Ah. Altın kalpli dost canlısı Niclas.

Böyle ağlaya sızlaya da olsa, en sonunda udlu kanunlu neyli besteyi anlaşmamızın bitmesine on beş gün kala Film Festival’inin kreatif direktörüne teslim etmeyi başardım. Hayatın bana vurabileceği son darbe, diyordum kendi kendime, kreatif direktörün bu parçayı değil de öncekini tercih etmesi olacaktı. Bu ihtimalin varlığı beni derinden endişelendiriyordu. Bu kadar kan, ter ve gözyaşı ile oluşturulmuş parçayı boşuna yazmış olacaktım. Ve endişeli ve korku dolu bekleyiş böylece başladı. Bir yanım, hayır Lana, udlu kanunlu neyli versiyon besteyi uçurdu diyordu, diğer yanım, ya kreatif direktör kazmanın biriyse diyordu.
Bir gün böyle endişeden tekrar tırnaklarımı kemirmeye başladığım bir gün, aklıma La Diva geldi. Besteyi bitirdiğimde ona göndereceğime söz vermiştim. Saate baktım, provada olabilirdi ve telefonunu kapatmayı akıl edemediyse gene benim başım yanardı. Bu riske girmemek için, görüntülü görüşme başlatmadan önce müsait olup olmadığını soran bir yazılı mesaj gönderdim. İki saat sonra müsait olduğunu söyleyen mesajı aldım ve hemen aradım.

La Diva La Scala’nın kulislerindeydi. Bir yandan makyajını siliyor, bir yandan ekrana bakıyordu. Ah! İyi ki provanın ortasında görüntülü arama yapmamıştım.

- Şekerim provalar harika geçiyor, bütün Milano Orfeo’dan bahsedecek, bak görürsün. Mutlaka gelmelisin. Sana davetiye yollamadım henüz değil mi? Yarın hatırlat, Marcello’ya söyleyeyim, o da sana davetiyeyi yollasın.

- Olur…Anne, film festivali için yazdığım bestem bitti. Bitirince sana dinletmemi istemiştin.

- Udlu kanunlu ve neyli bir besteydi değil mi?

Ah La Diva! Söz konusu müzik olunca, nasıl da aklında tutardı her ayrıntıyı.

- Evet, anne.

- Tebrik ederim seni kızım. Eminim harika bir iş çıkardın. Hemen dinlemek istiyorum. Mümkün mü?

-  Hemen mi? Burada mı çalayım? Yoksa sana demoyu göndereyim, sen evde güzel güzel dinle.

- Hayır sen orada çal. Ben sonra evde daha ayrıntılı dinlerim.

Ve demoyu kendi evimdeki ses sisteminden çaldım. Ne kadarı telefondan ulaşabildiyse artık Milano’ya. 

La Diva’nın pür dikkat dinlediğini gördüm ekrandan, makyajını silmeyi de bitirmişti zaten. Toplam 8 dakika sürüyordu beste. Bitince:

- Çok da güzel olmuş! dedi hiçbir şeyi kolay kolay beğenmeyen La Diva. Kesinlikle bir film festivali için ideal bir beste. Tebrik ederim tekrar seni kızım. Güzel bir beste yazmışsın. Eh, annenden biraz müzik zevki geçmiş sana demek ki.

Ya tabii, dedim içimden, tabii ki senin marifetin anne.

Sonuçta La Diva beğendiyse, kreatif direktör dahil herkes beğenirdi. Adamın inadı tutmazsa bu iş tamamdı. İyi ki kibar konuştum onunla diye sinsi hesaplar da yapıyordum aklımdan.

Ve tam Enki’yi artık hayatımdan çıkarmam gerektiğine inanmıştım ki hiç hesapta olmayan bir şey oldu. Niclas Viyana’dan görüntülü aradı.

- Merhaba güzel kadın, diye başladı. Umarım seni rahatsız etmiyorum.

- Merhaba Niclas, dedim. Önemli bir şey olmuş olmalı. Yoksa beni durup dururken görüntülü aramazdın.

Gözlerini ekrandan kaçırdığını gördüğümde sıkıntılı bir durum olduğunu anladım.

- Evet, doğru tahmin ettin, dedi. Önemli bir haberim var o yüzden seni görüntülü arıyorum. Hem iyi olduğunu da gözlerimle görmek istedim.

- Ne oldu? Kötü bir şey mi söyleyeceksin?

Gözlerini yine kaçırıyordu.

- Lana, burada zamanla küçük bir çevre edindim. Bir de sokakta zaman geçirince bazı amaçlara ulaşmanın pratik yollarını öğreniyorsun. Mesela bir sokak çalgıcısına iki şişe bira ısmarladığında çok kolay diller çözülüyor.

- Niclas, tam anlayamıyorum. Önemli bir haber demiştin…

- Evet, senin için küçük bir araştırma yaptım. Çevremdekileri seferber ettim, çevremde olmayıp bilgi sahibi olabilecek insanlara da bira ısmarladım ve ortaya çok sıkıntılı bir tablo çıktı.

- Araştırma mı? Yoksa Enki hakkında mı?

- Evet Lana. Enki Lehner meğer oldukça tanınan bir bütünsel sağlık koçuymuş. Viyana’da şanı almış yürümüş.

- Desene, dedim biraz da kendime, yoğunum demesinde doğruluk payı da varmış. Ben de burada yok öfkemi ifade edemedim yok bilmem ne diye kendimi boşuna yemişim.

- Evet, bir çeşit marka olmuş.

- Ama önemli haber bu olmamalı, diye uğursuz bir tahminde bulundum.

- Evet, diye yanıtladı Niclas gözlerini yeniden kaçırıp, marka olmanın bir yanı da göz önünde olmaktır. Ünlü olmuş ama insanların büyük kısmı onun bir şarlatan olduğunu iddia ediyor.

- Hayır bu olamaz, hiç sanmıyorum Niclas. Bana oradayken Reiki yaptı, ve etkisini gerçekten hissettim.

Hafıza ne tuhaf bir şey. Sadece işine geleni hatırlıyor.

- Özellikle kadın danışanları kendine aşık edip, koçluk seanslarında onların duygularını ve ona bağlanmalarını kullanıp, paralarını cebine indiriyormuş hem de hiç gözlerinin yaşına bakmadan.

Midem allak bullak olmuş, ezilmiş, şekilden şekle girmişti. Bu bir kabus olmalıydı.

- Gözlerinin yaşına bakmadan ne demek?

- Şöyle bir rivayet var: danışanlarından biriyle ilişkisini ilerletmiş, ve sonra kızdan kurtulmak isteyince kız canına kıymaya kalkışmış.

Gözlerimi kapattım. Açtığımda yatak odamda kabustan uyanıyor olmayı diledim. Açtığımda yine telefonun karşısındaydım. Bir süre sustum. Sonra:

- Ama bu bir rivayet sadece öyle değil mi? diye sordum Niclas’a.

- Araştırmaya devam edeceğim, dedi Niclas. Ama ateş olmayan yerden duman çıkmaz, dedi. O yüzden kendine çok dikkat et Lana. Rivayet olarak kalmasının bana sorarsan birinci sebebi, Enki’nin güçlü bir şekilde bu olaydaki sorumluluğu reddedip başka bir hikaye anlatması. Ama dediğim gibi araştırmaya devam edeceğim.