Translate

6 Ağustos 2025 Çarşamba

Onsekizinci bölüm

Sonunda büyük gün gelip çatmıştı. Dünyanın en köklü film festivalinin, Uluslararası Venedik Film Festival’inin konuklarına özel olarak gönderdiği gondola Niclas’la beraber binmiş, Lido adasına doğru hareket etmiştik. O sabah onu Marco Polo havaalanından karşıladığımda, tanımakta zorlanmıştım. Rastalar gitmiş yerine modern ve temiz kesimli hafif uzun fakat son derece havalı bir saç gelmişti. Yüzü tertemiz traşlıydı. Yeni saç kesimiyle su yeşili gözleri daha da belirginleşmişti. Havaalanının ortasında bir yıldız gibi ışıl ışıl parlıyordu. Takımı özel kılıfında kırışmasın diye elinde taşımıştı. Beni görünce sarılmış, kucaklaşmıştık. Benim eve uğramış, eşyalarını bırakıp, kısa bir duş alıp üstünü değişmişti. Ben de eve varınca üstümü değişmiş, göbeğe kadar inen, derin dekolteli askısız koyu mavi, dizde duran, bir gece elbisesi giymiş, saçlarımı maşayla dalgalandırmış, şık bir gece makyajı yapmış, kıyafeti bütünleyecek hafif takılarla geçit törenine hazırdım. Çıkmadan Sofia ve anneme, televizyondaki canlı yayını takip etmelerini, kırmızı halıdan geçeceğimizi haber vermeyi unutmamıştım.

Gondolun bizi alacağı rıhtıma gidene kadar insanlar dönüp bakmışlardı. Gondolda geçiş kartlarımızı kontrol etmişler bundan  sonra  boynumuza  asmak  zorunda  olmadığımızı söylemişlerdi. İkimizinkini çantama kaldırmıştım. Niclas o kadar parlıyordu ki ona kaçamak bakışlar atmaktan kendimi alamıyordum. Tabii ki o bakışlardan birinde yakalanmam kaçınılmazdı. Baktığımı fark edince, memnun, gülümsedi ve cebinden akıllı telefonunu çıkardı.

- Sence Sophia Loren’i de görür müyüz, diye sordu, ikimizin gondoldaki fotoğrafını çekerken.

- Görme olasılığımız var, dedim ekrana gülümseyerek.

- Sen kimi görmek isterdin, diye sordu kamerayı indirip. 

Hiç düşünmeden:

- Benim için George Clooney bir numara, dedim, tereddütsüz. Sophia Loren dışında senin gözünde efsane bir aktris var mı? diye sordum.

- Juliette Binoche’u çok beğenirim, dedi. Hangi filmde oynasa, izlerim.

- Efsane bir gün bizi bekliyor, dedim, gözüme giren ışığı elimle kesmeye çalışarak.

- Kesinlikle öyle, dedi, gülümseyerek gittikçe yakınlaşan Lido adasına baktı.

Lido’nun rıhtımına yaklaşmamıza 500 metre kala, çevremize başka sanatçı gondolları geldi. Tam sol tarafta gördüğüme inanamadım, hafifçe Niclas’ı dirseğimle dürtüp, belli etmemeye çalışarak bakışımla sol tarafı işaret ettim, Catherine Deneuve’le aynı hizzadaydık. Niclas da sağ tarafını işaret ediyordu belli etmemeye çalışarak. Steven Spielberg de misafirlerin arasındaydı ve tam o an sağ tarafımıza yaklaşmış gondolun içinde bir kol uzaklığındaydı. Yıldızlara bu kadar yakın olmak, büyülü bir duyguydu.

Diğer gondollara da bakmaya çalıştım. Fakat rıhtıma yanaşmıştık. Bizi karşılayan görevli elimden tutup gondoldan inmeme yardımcı oldu. Benim ardımdan da, Niclas’a. Sonra bizi bekleyen festival sponsoru arabaya bindik ve önüne kırmızı halı serilmiş, festivalin ana mekânı meşhur Palazzo del Casino’ya doğru kısa bir yol gittik. Pencereden bakınca, Palazzo’nun önündeki kalabalık uzaktan bile fark ediliyordu.

Arabadan ilk ben indim, ve flaşlar ardı ardına patladı. Ardımdan Niclas da indi, ve flaşlar onun için de patladı. Arabanın kapısını kapattı ve eliyle nazikçe belimi kavradı poz verirken. Araba hareket edip arkamızdan gittiğinde, flaşlar artık azalmış ve festival görevlisi bizi kırmızı halıya davet ediyordu. Bizden önce geçen grubu bekledik. Halının her iki yanına ayrı poz veriyorlardı. Hafif ve güzel bir heyecan kapladı içimi. O an bütün kameralar ve dünyanın gözünün önündeydik. Tabii ki Enki’yi düşündüm kaçınılmaz olarak. Niclas bir star gibi parlıyordu evet, ve çok candan bir insandı aynı zamanda fakat gönlüm Enki’yi özlüyordu, bana tüm yaptıklarına rağmen. Önümüzdeki grup Palazzo’nun kapısına yönelmişti artık. Annem izliyor muydu acaba? Meydan boştu. Niclas’a baktım. Hiç istifini bozmuyordu. Sanki her gün yürüdüğü yerden geçiyor gibi havalıydı. Elimden tuttu ve benimle beraber kırmızı halıdan geçip fotoğrafçıların önünde durduk. Flaşlar tekrar patlamaya başladı.

- Signore! Signore!

Niclas’a sesleniyorlardı. Niclas elimi bıraktı ve cebinden bir bez pankart çıkardı: ingilizce dilinde büyük punto harflerle Dünya Barışı yazıyordu bezin üzerinde ve gazetecilerin hepsi onun bu halini çektiler. Bir an korktum. Bunu öngörmemiş, konuşmamıştık. Görevli bizi dışarı atar mıydı? Başımı çevirip, endişeyle girişi tutan görevliye baktım. Vücut dili gergindi. Fakat bir şey yapmadı. Sonra arkamızı döndük ve arkamızda kalan fotoğrafçılara poz verdik. Zaten, Niclas da uzatmadı. Pankartı cebine katladı ve elimden tekrar tutup, Palazzo’nun kapısına kadar bana eşlik etti. Aktivistliğin gereğini yapmıştı.

Palazzo’nun devasa sütunlarının arasından geçip, kapıdaki görevliye, ismimizi verdim ve bize arka sıralarda ortalarda bir yer söyledi. Festival dünya prömiyerini yapacak bir filmle açılışı yapacaktı. Biz de kokteylli ve benim bestemi çalacak orkestralı etkinlikten önce bu filmi izleme şansını bulmuştuk. Niclas’la bize gösterilen yere yerleştik. İkimiz de birbirimizle konuşmadan, gireni çıkanı izliyorduk heyecanla. Uzun bir süre tüm konukların gelmesini bekledik. Biz yerleştikten uzunca bir süre daha sonra, artık salon neredeyse tamamen dolmuşken, bir görevli sıranın başından Niclas’a işaret etti. Niclas yerinden kalktı, görevlinin yanına gitti. Ah! dedim içimden. Yoksa pankart yüzünden bizi atacaklar mı? Ama öyle olsa hemen müdahale ederlerdi. İki dakika sonra, Niclas yanıma geldi, kulağıma eğilip, önde protokol kısmında boş yerler kaldığını, arzu edersek oraya geçebileceğimizi söyledi.

Hemen öne geçtik. Öndeki protokol kısmı dünya sinemasının kaymak tabakasının oturduğu yerdi. Artık herkes neredeyse yerleşmişti. Yanımdaki boş koltuk bir süre sonra doldu: Adam Driver, eşiyle gelmiş, yanımdaki boş koltuğa yerleşirken bana da başıyla hafif bir selam vermişti. Tam ben de ona selam verirken, bu sefer iki öndeki sırada hafif kırlaşmış saçlarıyla, George Clooney, evet efsane George Clooney’nin ta kendisi arkasını döndü ve göz göze geldiğimizi düşündüm. Emin de olamadım çünkü onun dönmesiyle salonu karartmaları aynı ana denk geldi. Kalbim yerinden çıkacak sanmıştım. İstemeden, Niclas’ın elini olabildiğince sıktım. Niclas karanlıkta bana döndü ama Clooney’i görmemişti. Hareketime bir anlam vermediği için yüzüme boş boş bakıyordu. O kadar ünlünün içinde ismini telaffuz etmek istemedim, birisi duysa utanırdım. Niclas’a sadece olanca şirinliğimle gülümsedim. Karanlıkta görebildiğini umarak.

Dünya prömiyerini yapan “Yansıyan düşler: büyüklere masallar” filmi ismi gibi iddialı ve sıcak bir yapımdı. Bir yanımda Niclas, diğer yanımda Adam Driver, iki önümde Clooney ve sevgilisi, bir salon dolusu ünlü ve sinema emekçisi ile beraber filmi izledik. Tüm umudumu filmin çıkışına bağlamıştım. Clooney’i bir daha yakından görmek istiyordum. Jenerik akmaya başladığında, onun koltuğuna baktım, henüz salonun ışıklarını yakmamışlardı. Fakat ne o ne eşi ortalıkta görünmüyorlardı. İzdihama kalmamak için biraz erken çıkmış olmalıydı. “Şansına küs” dedim kendi kendime. Sofia’ya onu yakından gördüğümü ballandıra ballandıra anlatmak için yanıp tutuşuyordum. Film bitiminde, salonun çıkışında kırmızı kategori geçiş kartına sahip misafirlerin, yani Niclas’la benim gibi, soldaki kapıdan teşrif etmeleri rica edildi. Festivalin kokteylli açılış etkinliğine giden kapıydı bu. Diğerleri sanıyorum sadece dışarı çıkıyordu.
İhtişamlı kristal avizelerin tavandan sarktığı dev salona girmiştik ve ilk giren de biz değildik. Bir anda hayatım boyunca gördüğüm bütün filmler bir rüyadaymışım gibi birbirine karıştı. Penelopé Cruz, önümden elinde bir kokteylle geçti. Niclas’a döndüm. Hiç renk vermiyordu güya, kızaran yanaklarından başka onun heyecanını ele veren tek bir mimik bile görmedim. İlerde Javier Bardem, Meryl Streep’le konuşuyordu.

- İkimize içecek bir şeyler getireyim. Ne içmek istersin? diye sordu Niclas.

- Fark etmez, dedim. Şöyle renkli bir şeyler olsun. Mesela mavi, kıyafetime uysun, dedim ve gülüştük.

- Tamam, dedi, sen buradan bir yere ayrılma lütfen burası çok büyük, seni kaybetmek istemem.

- Çok geç kalma, dedim, birazdan bestemi çalacaklar.

Niclas salonun sol dibindeki bara doğru uzaklaştı. Nathalie Portman ve Tom Hanks’in arasından geçtiğini gördüm. Portman’ın Niclas’a alıcı gözüyle baktığını görüp gülümsedim. Sonra gözden kayboldu. Şu an için orkestra, klasik bir şeyler çalıyordu.

Bir süre öyle orta yerde bir masa başında dikildim. Gelen geçen garsonların yiyecek ikramlarından aldım. Masanın üzerinde de atıştırmalıklar vardı. Etrafı seyretmek zaten yeterince eğlenceliydi. Sağ tarafta Denzel Washington’u tanımadığım bir adamla konuşurken gördüm. Ona da ayrıca hayrandım. Derken orkestra çalmayı kesti. Galiba bestemi çalmaya başlayacaklar diye düşündüm, kalbim pıt pıt atışını hızlandırdı.

Önce misafirlerden aşağı kalmayan şıklığıyla sahneye sunucu çıktı. Festivalin resmi olarak açıldığını belirten ve konuklara hoşgeldiniz diyen kısa bir konuşma yaptı. Bu sene festivalde yarışacak filmleri tanıttı, sözü orkestraya bıraktığını söyledi ve herkese iyi eğlenceler dileyip çekildi. "Etrafıma bakındım. Niclas gecikmişti. Bulunduğum yerden orkestrayı tam göremiyordum. Ama kanun çalan sanatçıyı seçebiliyordum. Hazırlandığını, notalarına bakıp toparladığını gördüm. İşte şimdi festival başlayacaktı. Aylarca süren emeğimin meyvesini alacaktım.

Ve ilk tanıdık notalar orkestradan salona yayılmaya başladı. İlk defa kendi bestemi orkestradan canlı dinleyecektim. Demodan mutlaka farklı olacaktı. Salonu gözlemledim. Bazıları konuşmalarına devam ederken bazısı da yüzlerini orkestraya dönmüştü. Niclas’a bakındım. Hala ortalıkta gözükmüyordu. Şimdilik ona boşvermeye karar verdim. Müziğe odaklanmak şu an benim için daha önemliydi. Ah! Ud! Nasıl güzel bir sesi vardı. Ve gözümün önünden Enki ile geçen tüm güzel anlarımız canlandı. Venedik’teki restorandaki dansımız, at çiftliğindeki akşam yemeğimiz, Istanbul’da udu keşfettiğimiz kafenin ortamı, Çırağan’da çekildiğimiz fotoğraf. Aramızdaki sihir gibi ruhsal ve tensel uyum. Masal gibi, film gibi  yaşanmışlıklarımız. Hepsini notalara dökmüştüm. Orkestra müthiş çalıyordu. Besteme zaten güveniyordum ama orkestranın kattığı yorumla bambaşka olmuştu. Yeni bir boyuta kavuşmuştu. Hayatımın zirve noktasındaydım. Karmakarışık hisler içinde. Hem Enki’yi dayanılmaz şekilde özlüyor hem de bu en güzel anıma gölge düşürdüğü için ona çok büyük bir öfke duyuyordum. Parça bitti, ve salonun hatırı sayılır bir kısmı orkestrayı alkışladı. Ben de alkışladım, çok özel bir performans sergilemişlerdi.

İlerde Emma Stone’un elini sıkan 65 yaşlarında, saçı dökülmüş, kısa boylu, biraz da kilolu bir adamın bana doğru gülümseyerek geldiğini gördüm. Ben de ona gülümsedim. 

- Merhaba, dedi. Siz Bayan Lana de Vermont olmalısınız.

Şaşırdım. Beni kim simamla tanıyabilirdi?

- Evet ta kendisi, dedim.

- Ben festivalin kreatif direktörü Gino Bonucci.

- Ah! Tabii ki! dedim. Tahmin etmeliydim. Sizinle yüz yüze tanıştığıma memnun oldum Bay Bonucci.

- Harika bir iş çıkardığınızı bizzat söylemek istedim. İnsanların genelde açılış müziğini durup dinlediği nadirdir. Sizi önemli bir kesim alkışladı, dedi.

- Orkestrayı alkışladılar, dedim.

- Orkestrayla beraber bestenizi de alkışladılar. İzin verirseniz sizi biriyle tanıştırmak istiyorum, dedi.

- Ne demek, çok sevinirim. Kim?

- Ünlü film müziği bestecisi Hans Zimmer.

Yutkundum. Yüzümü sıcak bastığını hissettim. Bu ligde oynamaya hiç hazırlamamıştım kendimi ve ağzım kurumuştu. Niclas nerede kalmıştı? Etrafıma bakındım. Amal Alamuddin tek başına dolaşıyordu. George da buralarda bir yerlerde olmalıydı.

- Elbette, dedim gözlerimi mahcubiyetten kaçırarak.

- Benimle buyurun lütfen, dedi ve koluma girip beni dışarılara doğru sürüklemeye başladı.

Niclas’ı bulmak artık zor olacaktı ama söz konusu olan Hans Zimmer’di. Bu şansı tepemezdim. Zor da olsa Niclas’ı bir şekilde bulurdum. Garsonların dolaştırdığı renksiz içkilerden birini  kaptım  nihayetinde  ve  Bay  Bonucci’nin kolunda insanların arasından geçmeye başladım. İlerde, çok geniş, deniz manzaralı bir balkon vardı. Bay Bonucci insanlara kah başıyla selam vererek, kah tokalaşarak o balkona doğru ilerledi. Birkaç tanıdık yüz daha gördüm. Artık yavaş yavaş ortama alışmaya yani ünlü yüzlere neredeyse duyarsızlaşmaya başlamıştım ki onu tekrar gördüm. Balkonun kenarına yaslanmış, Christopher Nolan ve Hans Zimmer’in arasında duruyordu. Önemli bir şeyler konuşuyor gibi ciddi bir tavırları vardı: George! Bir an durakladığımı hisseden Bay Bonucci dönüp bana baktı.

- Her şey yolunda mı Bayan de Vermont? diye sordu.

- Yolunda merak etmeyin, diye yanıtladım.

O da onları görmüştü, kolumu bırakıp onlara doğru el salladı.

- Hans! Hans! Bak sana kimi buldum!

Bütün bakışlar bana doğrulduğunda tepeden ayak tırnağıma kadar kıpkırmızı kesildiğimi hissettim.

- Beyler, size az önce dinlediğiniz olağanüstü bestenin yazarını takdim ediyorum: bayan Lana de Vermont!
İlk elini uzatan Hans Zimmer oldu:

- Bayan de Vermont, siz yoksa Philippe de Vermont’un akrabası mısınız?

- Evet, kızıyım, dedim.

- Hiç şaşırmamalı o zaman. Besteye eklediğiniz oryantal enstrümanlara bayıldım, dedi. Nereden esinlendiniz?

-  Şey… gezilerimden, diye yanıtladım.

- Çok güzel, çok güzel, sizinle uzun uzun konuşmak isterim. Belki ortak bir proje yaparız arzu ederseniz.

- Seve seve, diye yanıtladım.

Sonra George elini uzattı. Bay Bonucci:

- Sanırım George’u takdim etmeme gerek yok.

- Siz az önceki gösterimde arka sıramda mı oturuyordunuz? diye sordu Clooney.

- Evet, evet, diyebildim.

Heyecandan altıma kaçırsam işten değildi. Neyse ki öyle bir rezalet çıkmadı. Onunla hafifçe tokalaştık. Gülümsedim. Gözlerimi ondan almaya çalıştım.

Son olarak Nolan ile tanıştırıldım ve tokalaştık.

Muhteşem üçlünün masasında çok duramadım. Başkaları da geldi ve herkes birileriyle konuşuyordu, ben kısa süre sonra oradan ayrılmanın daha uygun olacağını sezdim. Sessizce balkonu dolaştım, gözümle Niclas’ı kolluyordum, bir yandan da anlatsam bana inanmayacağını düşünüp kendi kendime gülümsüyordum. Bütün balkonu dolaşıp, Meryl Streep’i iki kere daha, Denzel’ı da bir kere daha gördüm, ama artık tamamen kanıksamıştım. Ve on beş dakika boyunca orada burada Niclas’a bakındıktan sonra iki elinde içkilerle onun sarı kafasını kalabalığın içinde fark ettim. Hemen o yöne gittim:

- Niclas! diye seslendim. 

Bana doğru baktı, yüzü allak bullaktı. 

-Kusura bakma, orada duramadım, ama sana anlatacaklarım var. Sen iyi misin? dedim.

- Lana! Lana! Buradayım! Evet! Benim de sana anlatacaklarım var dedi mavi renkli içkiyi bana uzatırken.
Bir yudum aldım.

- O zaman önce sen anlat, dedim. Her şey yolunda umarım. Altüst olmuş gibisin.

- Barın orada ikimize içki isterken bir teklif aldım, dedi.

- Ne? Ne teklifi? diye heyecanlandım.

- Amerika’lı bir yönetmenden, yeni filminde oynamak için, dedi. Ona oyuncu olmadığımı söyledim ama önemli değil sana oyunculuk dersi aldırırız dedi. Hollywood’a seyahat etmek için müsait olup olmadığımı sordu.

- Ne diyorsun! Muhteşem bir haber! Kim bu?

- Kartını verdi, benim kartım filan olmadığı için ona telefonumu ve mail adresimi verdim, derken bana cebinden kartı uzattı.

Kartı okudum.

- Hemen google’dan bakalım.
- Ben baktım bile, dedi. Bir önceki projesinde Angelina Jolie kısa bir rolde görünmüş. Ama genelde tanınmamış aktörleri tercih ediyor.

- Niclas! Hiç gittin mi Amerika’ya?

- Hayır, dedi, ilk defa olacak.

- Ah şahane! dedim. Niclas şansın döndü, dedim.

- Evet öyle oldu sanki. Senin de anlatacakların vardı… Anlatsana neler oldu?

7 yorum:

  1. Karma Lana ve Niclas dan yana:)

    YanıtlaSil
  2. George Clooney mi, ahhh ne müthiş bir adam, şanslı Lana :)
    Bu bölüm harikaydı... Niclas' da enfes bir arkadaşlık yaptı kızımıza.. <3
    Çok doyurucu bir bölümdü, oh beeee :))

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. :D bence de bence de çok müthiş George'umuz. Bölümü beğeneceğini tahmin etmiştim . Yanılmamışım :)

      Sil
  3. Ben de Niclas dan yanayım. Hülya

    YanıtlaSil
  4. Evrende Clooney’i beğenmeyen tek kadın ben miyim? :))))
    Niklas da ne sevimli…

    YanıtlaSil