Translate

20 Temmuz 2025 Pazar

İkinci bölüm

Onunla ilk karşılaştığım günle ilgili her ayrıntı mıhla çakılmış gibi aklımda. Tam sekiz sene geçmiş üstünden. Eskiden onunla her buluşmamızda, aradan geçen zamanı tam olarak söylerdim: “üç hafta dört gün oldu” derdim. Gülerdi. “Kaç saat peki?” derdi. Alayı sezer ama gücenmezdim. Aşkın gözü miyop işte. Boşuna mı demişler. Bir de bu tür insanlar bu tür densizlikleri ilk günden yapmıyor. O meşhur kazana atılan kurbağa misali, su yavaş yavaş kaynıyor. Farkına varıp, kendini dışarı atamıyorsun. Ayrıca tecrübeleri de var, bu hale gelen tek sevgilisi değildim. Ama o konu hala içimi acıtır. Evet, kabul edelim, bir miktar da saftım. Tecrübesizlik anlamında değil, sevgiye yüklediğim anlam bakımından. Diğer yandan saf bir kalp benim, bir tarot yorumcusu olarak, sermayem sayılır. Tarot yorumcusu derken, abartmayalım, yorumcu çömezi diyelim.

Dışarıdaki yüz yıllık ıhlamur ağacına bakan, geniş camın önündeki piyanomun başına oturduğumu hatırlıyorum, tuşlarda bazı melodi denemeleri yapıyordum. Aylardan Ağustos’tu. Günlerden Cumartesi. Aydınlık ve sıcak bir gündü ama neyse ki Venedik’teki evim hep yeterince serin olur. Elimde o güne kadar bana teslim edilen en önemli iş vardı: Venedik Film Festival’inin açılış müziğini yapmayı isteyip istemeyeceğimi soran telefon geleli iki hafta olmuştu, kontratı da bir hafta önce imzalamıştık, bana taleplerini bildiren kısa belgeyi takdim etmişlerdi. Havalara uçarak kabul etmiştim. Beni yaratıcılık konusunda oldukça serbest bırakıyorlardı. Gerçi bu işte ya annemin ya babamın parmağı olduğunu düşünüyordum ama ne olursa olsun bu çapta bir işi bana teslim etmeleri hem gururumu okşamıştı, hem de uluslararası bir kariyerin kapılarını aralıyordu. Üstelik festivalin galasına davetliydim, tüm o ışıltılı oyuncu ve yönetmenlerle bir arada olacaktım. George Clooney’de gelir mi diye Sofia ile görüntülü görüşmede kıkırdaşmıştık. Sofia benden 25 yaş büyük olsa bile George Clooney hayranlığımız ortaktı. İlk günler yerden bir karış havada gezerek geçmişti. O unutulmaz Cumartesi günü ise artık işe koyulmanın vaktinin geldiğine kanaat getirmiştim. Önümde on koca ay vardı. Korkuyordum. Yeterince iyi olmadığımı düşünüyordum. Neden kabul etmiştim ki bu kadar büyük bir işi? Ama geri çevirmek aptallık olacaktı.

Önce babamı aramayı düşündüm. Hangi şehirde olduğunu gösteren takvimi buz dolabının üzerinden alınca, aslında konserlere yaz tatili dolayısıyla ara verdiğini ve o sırada ailesinden ona sırt çevirmeyen tek kişi olan Amandine halamın yanında, Orléans, Fransa’da olduğunu hatırladım. Saat farkı yoktu çok şükür. Arayabilirdim:

-Alo? dedi diğer uçtaki bezgin bir ses.

-Baba, benim Lana.

-Biliyorum sen olduğunu Lana, telefonun telefonumda kayıtlı.
Sesi gene her zamanki gibi asabiydi. Sözü dolandırmamaya karar verdim.
-Baba şu Film festivali işi için arıyorum…
-Kızım dedim ya sana, benimle bir ilgisi yok, La Diva’nın çevresinden biri olmalı.
La Diva dediği annemdi. Ona böyle kendince alaycı bir isim takmıştı.
-Hayır o değil. Onu konuştuk biliyorum. Sadece…çok zor baba… nasıl yapacağım?
-Ne bileyim kızım, nasıl yapacağını! Ben orkestra şefiyim, besteci değil. Hem ilk besten değil ki bu? Başka zaman ne yaptıysan, nasıl yaptıysan aynısını yapacaksın. Ben mi yapayım yani?
-Sağol, çok yardımcı oldun.
-Aa! dedi kızarak ve telefonu yüzüme kapattı.
Ondan ne bekliyordum ben de bilmiyorum. Sadece biraz destek. Belki biraz da ilgi. Her zamanki gibi.
Yüzüme “şak” diye kapattı diye geçiriyordum içimden. Kızgın mıydım, kırgın mı? Aslında bu görevin getirdiği endişe bütün diğer duygularımın önüne geçiyordu. Babamın kabalığını düşünecek  zamanım  yoktu.  Kalemi  kağıdı  aldım çalışma "masasının çekmecesinden. Salonun orta yerine dikildim. Gözümün önüne tüm o ışıltılı ve şık davetlileri getirdim. Orkestra onlara canlı çalacaktı. Öncelikle parça enerjik olmalıydı. Ama kafa ütüleyecek kadar değil. Denge ve uyum dedim kendime. Sonra konuyla alakalı aklımdaki tüm anahtar sözcükleri kağıda döktüm. Venedik. Film. Festivali. Açılış. Töreni. İlk aklıma gelen Barkarol’dü. Gondolcuların söyledikleri melankolik parçalar. Ama melankoli bağlama uymuyordu. Ne yapsam? Geçmiş törenlerin açılış parçalarını araştırıp buldum. Başka etkinliklerin açılış parçalarını araştırdım, Olimpiyat Oyunları vesaire diyerek çalışmaya koyuldum.
Açlık hissetmeye başladığımda saat öğleni çoktan geçiyordu. Canım deniz mahsüllü makarna çekiyordu ve bunu en güzel yapan yer Giudecca adasındaki Trattoria Zaccaria’ydı. Fakat oraya gitmek demek öğleden sonra artan zamanı öldürmek demekti. Çalışmamı bugünlük sonlandıracaktım ve bu canımı sıkıyordu çünkü belli bir ivme kazanmıştım. Mesela Venedik’li Vivaldi’nin Dört Mevsim’inden esinlenip, dört elementi betimleyen bir parça fikri gelmişti aklıma. Belki Vivaldi’ye gönderme yapacak birkaç motif katacaktım içine. Film festivali genellikle yaz sonu düzenleniyordu ve bu dört elementin varlığını yeterince hissederdik, özellikle su ve ateşe vurgu yapılabilirdi.
Böyle ilham dolu düşüncelere dalıp, açlığım iyice beni midemden çekiştirince, en sonunda her şeyi istemeyerek de olsa bırakıp, ayağa kalktım. Üstümü değişip, biraz da makyaj bakımı yapıp (Enki’yle tanışıp onu etkilemek isteyeceğimi bilmiyordum bile) kendimi sokağa attım. Cannaregio’daki dairemden çıkıp Madonna dell’Orto iskelesine yürüdüm. Güneş gözlüğüm annemden aldığım Moğol genlerimi kısmen örtüyordu, çıkık elmacık kemiklerimse açıktaydı. Yolda birkaç kişinin beğeni dolu bakışını üzerimde hissettim. Bu tür bakışlara alışkındım, pek umurumda değildi, zaten, yürürken başka hesaplar yapıyordum. Bugünü öyle boşu boşuna öldürmek istemiyordum. Giudecca’da Trattoria dışında bildiğim bir Bienal sergi mekânı da vardı, ve biraz daha ilham dolmak için farklı bir sanatı incelemek parlak bir fikirdi.
Beni Giudecca’ya götürecek vaporettoya biner binmez cep telefonumu çıkarıp serginin ismine baktım ve ağzımdan istem dışı bir “ah!” sesi çıktı. Serginin ismi: Symphony of Reflections’dı- Yansımalar Senfonisi. Kesinlikle görmem şarttı! İşte tam, sesimi duyan oldu mu diye etrafıma bakınırken fark ettim Enki’yi. Ayakta duruyordu. İç kapıların kapandığı noktaya sırtını yaslamıştı. Lacivert dize kadar inen kumaş bir şort üzerine sade fakat tertemiz ütülü beyaz pamuklu bir tişört giymişti. Önden dökülmüş saçlarını sıfıra vurmuş, kirli sakal bırakmıştı. Yeşile çalan ela gözleri bana bakıyor ve karşı konması zor bir çekicilikle gülümsüyordu. Işıl ışıldı loş vaporettonun içinde. Ben de ona gülümsedim. Giudecca’ya gelinceye dek birkaç kere daha göz göze gelip gülümsedik birbirimize. Sonra konuşmadan indik. Ben sola saptım, o sağa, sapmadan önce son bir kez daha dönüp baktığımda, onun da aynı anda dönüp bana baktığını gördüm. Sonra omuzuyla bir hareket yaptı gene o gülümsemesiyle: hayat böyle bir şey maalesef der gibi. Yollarımız ayrılmıştı.
Trattoria’da nefis bir makarnayla karnımı doyurduktan sonra, saatime baktım ve serginin kapanmasına henüz bir buçuk saat olduğunu görüp sevindim. Giudecca her ne kadar Venedik’in en turistik adası olmasa da San Marco’ya yakın olduğundan "gene de insanları çekerdi. Kıpırtılı rıhtım boyunca beş on dakika yürüyüp, sola döndüm. Vaporetto’daki yabancı pek aklıma gelmiyordu. Sergi mekanı ince uzun bir girişin ardındaydı. Kapıda Bienalin afişi ve serginin adı olmasa sıradan bir ev kapısı gibiydi. Symphony of Reflections, Bienal’in favori ülkelerinden Gürcistan işiydi. Açıklamalardan aynalı ve müzikli bir iş olduğunu anlamıştım fakat karşıma ne çıkacağını kestiremiyordum. Giriş ücretsizdi. Kapıdaki kadın görevli işi biraz açıkladı: “çok bir şey yapmanıza gerek yok, aynanın önüne geçip kendinize bakacaksınız, interaktif aynalarımız görüntünüzden esinlenip bir parça çalacak.
-Nasıl yani? Özgün bir beste mi? Yoksa bildiğimiz, birinin önceden bestelediği bir parça mı?
-Bildiğimiz bir parça. Fakat işin asıl önemli kısmı, bundan sonra: çıkışta sizden biraz zaman ayırıp, o parçanın size ne ifade ettiğini, ruhunuzu yansıtıp yansıtmadığını yazmanızı rica edeceğiz. Beş satırlık bir paragraf yazsanız yeterli. Bu yazılar halka açık o yüzden isminizi yazmak zorunda değilsiniz fakat bir rumuz ya da başharflerinizi koymanız iyi olur. Siz de isterseniz, sergiyi gezdikten ve paragrafı yazdıktan sonra başkalarının yazdıklarını inceleyebilirsiniz.
Aman, bu muydu Symphony of Reflections diye geçirdim içimden. Pek çok Bienal işi gibi beni etkilemeyi başaramamıştı. Veya modern sanattan hiç anlamıyordum. Fakat buraya kadar geldikten sonra artık içeri girmek zorunda hissettim kendimi. Karanlık dar geçitten girip, mekanın ilk tabandan tavana kadar kaplı aynasının karşısında durdum. Aynalar iki yandan aydınlatılmıştı. Yüzüme hiç gölge vurmuyordu. Güneş gözlüğümü başımın üst kısmına ittim. İlk önce hiçbir şey 
"olmadı. Enstalasyonun teknik bir sorunu olduğunu düşünmeye başlamıştım ki, birden Ray Orbison’un Pretty Woman’ının çalmasıyla bir kahkaha attım. Ben miydim Pretty Woman? Hadi bakalım öyle olsun. Herhalde her kadına bunu çalıyordu, ayna. Biraz kendimi müziğe bırakıp aynanın karşısında öylesine dans ettim. İyi de deftere ne yazacaktım? Çıkış için tekrar karanlık geçitten geçiyordum. Gözüm karanlıktan aydınlığa alışmaya çalışırken bunları düşünüyordum, gülümseme yüzümde asılı kalmıştı.
-Sizi bu kadar güzel gülümseten ne çalmış olabilir içerde? dedi yumuşak ve hafif aksanlı bir erkek sesi.
Yan tarafa döndüğümde vaporettodaki yabancıyı hayretle gördüm. Enki ile aynı gün ikinci kere tekrar karşılaşmıştık. Kendi de bana bakıp gülümsüyordu. Ne diyecektim? Utandım.
-Hiç, dedim. Fakat asıl bu tesadüfe içten içe sevinmiştim.
-Çok merak ettim. “Hiç” demeyin, dedi.
-Siz girdiniz mi? diye konuyu dağıtmaya çalıştım.
-Hayır şimdi geldim. Bu arada ismim Enki. Artık tanışalım.
-Değişik bir isim. Benimki de Lana. Memnun oldum.
-Lana…Peki o zaman Lana. Ben de memnun oldum. Madem sizi gülümseten o parçayı açıklamayacaksınız, o zaman size bir teklifim var.
-Nedir?
-İçeri beraber girelim.
-Olur mu ki öyle?
Kapıdaki görevli bütün konuşmaya şahit olmuştu, zaten ondan iki karış ötedeydik. Başıyla olur işareti yaptı. Dünden razıydım. Hem bu karizmatik yabancı ile yakınlaşmak için şahane bir fırsattı hem de gerçekten merak ediyordum, ne çalacaktı. Kaç parçalıktı aynaların repertuarı mesela?
Enki ile yanyana kör karanlık geçitten geçtik. Hafif kokusunu alabiliyordum. Sonradan sokakta bin kere başımı döndürüp başkasını o sandırtan o meşhur koku. Aynanın karşısına geçtik. Çok sürmedi bu sefer parçanın çalması. Enki ile birbirimize baktık, diğeri anladı mı diye. Hayır tabii ki Pretty Woman değildi bu seferki parça. Bir aryaydı. Modern bir arya. On saniyede hangisi olduğunu idrak ettim: ah…Beşinci Element’in Diva şarkısıydı bu. Demek ayna bizi birbirimize yakıştırmıştı. Beşinci element. Tam da dört elementin bestesini yapmaya kalkmışken bana yapılacak iş miydi bu? Yüzümün durulduğunu gören Enki, beni omuzlarımdan kavrayıp dışarı çıkardı. Hiçbir şey sormadı. Sadece:
-Size bir kahve ısmarlayabilir miyim?
Deftere bir şey yazmadan çıktık gittik. Görevli itiraz edecek gibi olunca, Enki o her zamanki karizmasıyla elinin tersiyle kadına şöyle bir işaret yaptı ve o görevden kurtuldum. Zaten bizden sonra giren iki kişi daha vardı. Onlara sergiyi açıklamakla meşguldü. Ve o gün, öylece tanışmış olduk.

İkinci bölüm

Onunla ilk karşılaştığım günle ilgili her ayrıntı mıhla çakılmış gibi aklımda. Tam sekiz sene geçmiş üstünden. Eskiden onunla her buluşmamız...