Adeta yıldızlara dokunduğumuz Uluslararası Venedik Film Festivali biteli tam iki hafta olmuştu. Hans Zimmer festival biter bitmez bana mail atıp ortak bir proje için işbirliği isteğini yinelemişti. Niclas hiç Viyana’ya dönmeden doğrudan Los Angeles’a uçmuştu. Eylül ayının ortalarını geçmiştik. Enki’yi de artık ardımda bıraktığımı düşünüyordum. Çok daha büyük işlerle meşguldüm, öyle değil mi? Enki hepsinin yanında küçücük kalıyordu. Bundan o kadar emindim ki. Bak diyordum kendime, yepyeni bir hayat başladı benim için. Hollywood için film müziği yazacağım. Belki Venedik Film Festival’inden sonra Oscar adayı olarak Akademi Ödüllerine bile davet edilirim bir gün, belli mi olur? Uluslararası bir kariyerin ilk basamağındaydım. Önümde koca bir dünya, koca bir hayat vardı. Sonuçta, diye düşünüyordum, kavga bile etmedik. Ve en son bana “istediğin zaman beni arayabilirsin” demişti. Ve ben o günden sonra onu bir kere bile aramamıştım. Zaten hayat beni fazlasıyla meşgul etmişti. Belki arkadaş kalabilirdik. Ara sıra birbirimizi yoklar, ne yapıp ettiğimizi sorardık. Çok sık değilse bile, arada bir. Onca yaşanmışlıktan, yakınlıktan sonra birbirimize tamamen yabancı mı olacaktık? Buna gerek yoktu. Hem ona Hans Zimmer’i anlatmak için can atıyordum. Kesin o da heyecanlanacaktı. Eski güzel günler gözümün önünden geçit yaptılar. Onu arayıp nasılsın demek aslında öyle kolaydı ki. Alt tarafı telefonun öbür ucundan çıkıverecekti. Bu kolaylık aklımı çeldi. Bu masum görünümlü düşünceler ve eskinin geçit yapması da. Niclas ya da Sofia o an yanımda olsalar asla yapacağım şeye ne onay ne de izin vermezlerdi biliyordum ama bazen de insan kendi istediğini yapmalı, öyle değil mi? diye düşündüm o an. Ah gençlik, ah saflık. Sonuç olarak, piyanomun başından kalkıp, çantamda duran telefonu gidip aldığımı hatırlıyorum. Enki’nin numarasının kaydını bulmak yarım saniye sürmüş olmalı. Videolu olarak arama seçeneğine basmak, içimdeki yapma diyen sesi susturmak, saçımı başımı aynada düzeltmek. Ve içimi sıkıştırıp, kanatan o bekleme anı: ya açmazsa? Ya ters konuşursa? Dııııt…dıııt…dıııt…dıııt…dördüncü çalış, beşinciden sonra kapatırım, diye düşünürken hattın açıldığını belirten o mekanik ses, ardından Enki’nin o çok tanıdık sesi:
- Evet Lana? Ne vardı? videoyu kapatmış, görüşmeyi sesli görüşmeye çevirmişti.
Sesinde duyduğum bezginlik tek başına yetti zaten ruhumu kan revan içinde bırakmaya. Sesinde bir gram heyecan duysaydım belki, bana yetecekti. Ama kayıtsızlıktan da öte, bezginlik de nesiydi? Sanki her gün arayıp taciz ediyormuşum gibi.
- Seanstasın sanırım, diyebildim, yutkunduktan sonra.
- Evet, öyle. Bir şey mi söyleyecektin?
Söylemek, anlatmak istediğim şeylerin çoğu, anlamını kaybetti elbette bu tavrın karşısında.
- Ne söylememi istiyorsun Enki? dedim. Nasılsın iyi misin diye soracaktım, ama belli ki rahatsız ediyorum. Kusura bakma, dedim.
- İyiyim, teşekkür ederim, dedi içinde bir gram sevgi ve özlem barındırmayan resmi ve kuru bir ses tonunda.
İşte buradaydım. Aradığıma milyon kere pişman. Süzme bir aptal gibi hissediyordum kendimi. Ne bekliyordum ki ondan? Viyana’daki ilk geceyi hatırladım birden. Daha önce hatırlasaydım daha faydalı olacaktı. Ah keşke onu aramamış olsaydım. Ah keşke zamanı yeniden düzenleyip şu konuşmayı ortadan silebilseydim. Mümkün değildi ne yazık ki. Gene beni beş para etmez bir yerbezi gibi hissettirmeyi başarmıştı. Ve geri dönüşü yoktu.
- Ben de iyiyim, sorduğun için teşekkürler, dedim.
Yaptığım ironiye sessizlikle cevap vermişti. Ah şu hiçbir yere gitmeyen konuşmalar, benim kaderim miydi yoksa? Suç bende miydi? Neydi? O an bunu anlayabilecek, durumun üstünde herhangi bir hakimiyet sağlayabilecek konumda değildim. Sudaki bir yaprak gibi duygularımın selinde sürüklenmekteydim. Nereye tutunacaktım? Bilmiyordum. Tek bildiğim bu utanç verici konuşmanın sonlanması gerektiğiydi.
- Hadi sen seansına devam et, dedim. Arkadaş kalabileceğimizi düşünmüştüm nedense, şapşal bir iyimserlikmiş. Artık anladım, dedim.
Cevap bile vermeden telefonu kapattığına inanamadım. Bir daha asla diye yeminler ettim kendime. Bir daha asla ne olursa olsun onu aramayacaktım. Ölürdüm de onu aramazdım. Bir daha bu tuzağa düşmemek için elimden ne gelirse yapacaktım. Kendi kendimi yaktığımı o zaman bile anlamıştım. Bu derdin bildiğim tek bir çaresi vardı: Sofia. Beni kurtarırsa o kurtarırdı.
Çünkü kendimi hiç güvende hissetmiyordum. İlerleyen zamanda şu anki duygunun üstüne basıp, bahaneler üretmem her şeye rağmen mümkündü. Bunun önüne şimdi geçmeliydim. Sofia’yı aradım. Hiç zaman kaybetmeden.
- Nasılmış benim canım kuzum, diye sıcacık cevapladı aramamı, nasılsın söyle bakayım?
Enki’nin soğukluğundan sonra çok iyi gelmişti.
- Ben çok iyi değilim, dedim. Kendimi çok kötü hissediyorum.
- Söyle bakalım bunlardan hangisi moralini bozdu: annen mi, baban mı, yoksa yakışıklı fakat zehirli prens mi?
Birden yoğun bir ağlama isteği geldi. Tuttum kendimi.
- Sonuncusu, dedim.
- Nasıl oldu ki dedi, Viyana’da değil mi o kahrolasıca adam?
- Ben aradım onu, dedim süt dökmüş kedi edasıyla.
- Sen mi aradın? İşte bu çok ilginç, dedi. Sen, seni üzene bir daha pas vermezdin Lana’m. Nasıl oldu? Anlat bana…
Sofia’nın beni yargılamadan, azarlamadan, daha fazla üzmeden olanı biteni anlamaya çalışması bile tek başına yarama merhem oluyordu.
- Vermezdim değil mi? dedim düşünceli. Ben de bilmiyorum dedim. Kendime hakim olamıyorum. Aslında bu sefer artık onu nasılsa geride bıraktığımı düşünüp, arkadaş olabiliriz düşüncesiyle aramıştım ama…
- Seni gene üzdü, gene kalbini kırdı öyle değil mi?
- Evet, aynen öyle oldu, dedim bir ton pes bir sesle.
"- Hmmm. Çok ilginç.
- İlginç olan nedir?
- Yani bu düşünme biçimi, sende daha önce görmediğim bir şey. Sanki sigarayı bırakmaya çalışıyorsun da, bırakamıyorsun. Ya da nasılsa artık bıraktım diye kendini kandırıp bir tane daha içebilirim diye düşünüp, tekrar o illetin pençesinde buluyorsun kendini. Ama senin her zamanki davranışında hiç böyle bir şey görmedim ben bugüne kadar.
- Üstelik kendimi beş para etmez biri gibi hissediyorum onunla son zamanlarda.
- Hmm, anlıyorum, dedi.
Biraz durdu. Belki söyleyeceklerini toparlamak, sıralamak için düşünüyordu.
- Galiba, yani tam emin olamamakla beraber, acaba Enki’nin geçmişinde ciddi bir bağımlılık hikayesi olabilir mi? Gençliğinde veya şu anda, alkol, madde, sigara bağımlısı olmasın?
- Sanmıyorum, neden böyle düşündün ki? dedim.
- Çünkü kendi başa çıkamadığı bağımlılık mücadelesini bilmeden sana yaşatıyor olabilir, dedi. Normalde arkana bakmadan dönüp giden sen, sanki ondan kopamıyorsun. Bir türlü onu bırakamıyorsun, bu sence de çok garip değil mi? Üstelik seni mutlu bile etmiyor, sana acı veriyor. Çok belli ki ilişki toksikleşmiş. Neden arkanı dönüp gidemeyesin ki? Senin gibi güzel, güçlü, kariyer sahibi bir kadın.
- Hiç sanmıyorum, dedim. Enki sigara içmez, madde kullanıyormuş gibi bir hali de yok, yani zaten Bütünsel Sağlık Koçu. Hatta asla yemekle beraber alkol almaz, buna kaç kere şahit oldum.
- Asla mı alkol almıyor?
- Evet, sıkıcı olmak pahasına, asla, dedim.
- Yani artık ağzına bile sürmüyor.
- Doğru. Ne? Nasıl? Yani eski bir alkolik mi demek istiyorsun?
- Bence oldukça mümkün, Lana’cığım.
Enki’nin bana karşı son zamanlarda takındığı tüm o kendine hakim, neredeyse mağrur tavırlarını düşündüm. Ne kadar kendinden emin gözüküyordu ve Sofia’nın dediği doğruysa aslında içinde ne kadar büyük bir savaş veriyordu. Ya da vermişti. Tüm konuşmayı bir de bu pencereden gözümün önünden geçirdim. Bir anda üstümdeki tüm gücünü kaybetti. Tüm o havalar, o eda aslında çaresizliğini örtmek için bir maskeydi. Sudaki yaprak misali duygularımın seline kapılıp gitmem son bulmuştu. Bir fikirle. Ya da belki en azından eski gücünü kaybetmişti. Onu şu an için tam olarak değerlendirmem mümkün değildi. Olanı zaman gösterecekti ama ruh halim yüzde yüz değişmişti. Sofia ile konuşmadan önceki kendimi değersiz hissetmem buhar olup uçmuştu. Enki’nin alkolle mücadelesi sırasında hissettiği değersizlik hissiydi üstüme yapışan o leş gibi duygu. Yerine Enki’ye acıma duygusu gelmişti. Her şekilde, artık problemi nereden tutacağımı biliyordum. Mücadeleyi nereden yürüteceğimi de. Sofia’ya binlerce kere teşekkür edip, konuşmayı sonlandırdım.