O haberi aldığım uğursuz sabahı hiç unutamam. Daha uyanırken her şey ters gitmeye başlamıştı bile. Havalar hala sıcak diye evin iki camını açık bırakmıştım: biri koridorun, biri yatak odasının camı. Fakat geceleyin hava dönmüş ve fırtına çıkmıştı. Ve ben o berbat güne, kırılan bir cam şıngırtısı ile uyanmıştım. Koridorun camı hızla çarpmış, sinir bozucu büyük bir gürültüyle paramparça olmuştu. Üstelik geceleyin çıkan fırtınanın yüzünden elektrikler kesilmişti ve ben elektrikli süpürge yerine camları elimle temizlemiştim. Telefonumun şarjı tamdı. Fakat ne kahve makinesi, ne ekmek kızartma makinesi çalışmıyordu. Dışarıda kahvaltı etmek içimden gelmiyordu, zaten muhtemelen karşı köşedeki Georgio’nun yerinde de elektrik kesintisi sebebiyle bütün işleri durmuştu. Bayat ekmeğin üstüne, kalmış kayısı reçelinin dibini ve biraz tereyağ sürdüm, ve moka pot’ta yaptığım aşırı sert bir kahveyi içerek bozuk sinirlerle günüme başlamaya çalıştım. Keşke o zaman bunların küçük sıkıntılar olduğunu anlasaydım.
Hans’tan ortak projenin açıklamasını kapsayacak bir mail bekliyordum. Artık birbirimize ilk ismimizle hitap ediyorduk. Bilgisayardan bakamadığım için telefonumdan bakmak istemiştim. Telefonu elime aldığım sırada Arjantin’den bilmediğim bir numara beni aradı. Arjantin’in kodunu biliyordum çünkü babam senede 3-4 kere orada konser verirdi.
"Zaten şu sırada da orada olması gerekiyordu. Açıp açmamak konusunda kısa bir tereddüt yaşadım. Israrla çalıyordu. Açtım:
- Bayan Lana de Vermont ile konuşabilir miyim? aksanlı kesik bir Ingilizce’yle konuşuyordu telefonun öbür ucundaki ses.
- Buyrun ben Lana de Vermont, siz kimsiniz?
- Ben Buenos Aires Emniyet Müdürü Alfonso Perez.
Önce şaka sandım. Belki babamın cıvık arkadaşlarından birinin
şakası. Belki beni hala çocuk zanneden bir arkadaşı.
- Bay Philippe de Vermont’un nesi oluyorsunuz sorabilir miyim? dedi.
Şaka filan değildi. Ciddiydi. Kanım donmuştu.
- Kızıyım, neden soruyorsunuz? Hem ismimi telefonumu nerden buldunuz? Neden beni arıyorsunuz? diye peşpeşe sorular sıraladım panikten.
- Sakin olun hanımefendi dedi. Önce bir yere oturun isterseniz
ve derin bir nefes alın. Size maalesef çok kötü bir haberim var.
Bir robot gibi söyleneni yaptım. Derin bir nefes bile aldım fakat sonra bayılmışım. Koltuğun üstünde ayıldığımda, şu zift karası sözleri hayal meyal hatırladım: havaalanı yolunda, zincirleme kaza, kurtaramadık, sigorta şirketi ilgilenecek, Pazartesi günü uçakla…
Öylece koltuğa uzanıp, karşımdaki boş duvara diktim gözlerimi uzunca bir süre. Hiç bir şey düşünmeden. Düşünemeden. Bir sonraki adımımın ne olması gerektiğini bilemeden.
Epeyce zaman sonra, annem Milano’dan aradı. Sesi normale göre biraz pesten çıkıyordu ve yavaş konuşuyordu, sanki gücü kalmamış gibi tane tane. Sesli görüşmeydi.
- Kızım, Lana, iyi misin kızım? Kalkıp yanına gelemedim. Yanına geleceğim süreye kadar telefon açarım dedim. Bilmiyorum yanlış düşündüm belki de. Emniyet Müdürü senden ses alamayınca, sigorta şirketini aramış. Dosyayı açıp benim irtibat numaramı bulmuşlar. Ah…Philippe… Milano’ya getirtiyorum tabutu, burada yerimiz var, gömeriz. Ailesinin itiraz edeceğini sanmıyorum. Sadece Amandine’e haber vermek gerek. O mutlaka gelmek isteyecektir. Ben konuşurum onunla…Sen de Sofia’yla konuşursun. O da gelmek ister. Sonra basına haber vermek gerek. Lana? Lana?
- Evet, duydum söylediklerini. Milano’ya getirtiyorsun, Amandine’i arıyorsun ve basını. Amandine halaya söylemeyi bana bırakmadığın için sana minettarım. Bence şu anda en zor iş o.
- Zor olan bu yasın altından kalkmak. Çok ani oldu. Çok beklenmedik. Benim için bile oldukça travmatik. Seni düşünemiyorum güzel kızım.
Cenaze töreni için Milano’nun biraz dışına gittik fakat tüm o süreç aklımda bölük pörçük ve kopuk kalmış. Fotoğraf karesi serisi gibi cenazeyle ilgili hatıralarımda tabii ki kara tabutun toprağa indirilişi ve bizim çiçek atmamız var. Öncesinde İtalyan Kültür bakanının yaptığı konuşma ve daha da öncesinde elimi sıkıp bana başsağlığı dilemesi, Niclas’ın gönderdiği çelenk, çeşitli kurumların ve insanların gönderdiği çelenkler, annemin ağlamaktan şişmiş gözlerini kapatmaya çalıştığı gözlüğü, Amandine halamın koluma girmesi, babamın "Fransa’daki ailesinden başka kimsenin cenazeye gelmemesi, Sofia’nın üzgün halleri gibi türlü ayrıntılar kalmış.
Sonrasında ben annemle durmak istemediğim için Venedik’e geri döndüm. Amandine halam da benimle bir hafta kadar Venedik’e gelmek istediğini söyledi. Birbirimize ihtiyacımız vardı. Sofia’yı da davet ettim ama o bazı ailevi görevlerini bahane ederek Sicilya’ya doğrudan geri döndü.
Eve vardığımızda, bir Çarşamba sabahı erkenden, Amandine hala misafir odasına yerleşiyordu, ilk işim buzdolabının üzerinde duran babamın yıllık konser çizelgesini yırtıp paramparça etmek oldu. Ne zaman dünyanın neresinde olduğunu oradan takip ederdim. Varsa saat farklarını hesaplardım. Hırsımı bir dosya kağıdından çıkardım. Ölümün karşısında bu kadar aciziz işte.
- En son ne zaman konuştunuz? diye sordu odadan mutfağa geçen halam.
Düşündüm. En son, şu Film Festivali işi için besteme kanun ney ve ud eklemek istediğimde aramıştım onu. Aslında sesini duymak içindi. Çünkü müzikle ilgili konularda yardımcı olmaktan çok hoşlanmıyordu. Aralık ya da Ocak ayı olmalıydı.
- Sekiz dokuz ay önce. Ya sen?
Bir yandan kahvaltı için kahve makinesini çalıştırıyor, buzdolabından kahvaltılık reçel tereyağ türü bir şeyler çıkartıyordum.
- Bir sene olmuştur, diye yanıtladı halam. Senede en fazla bir kere konuşuyorduk zaten.
- Demek benden de daha az aralıklarla konuşuyordun onunla,
dedim.
Şaşırmıştım. Yalnız bir adamdı demek babam.
- Hala, dedim. Tam olarak ne oldu? Neden ailenin geri kalanı gelmedi cenazeye?
Halam mutfağın masasına elleriyle yaslanarak gözlerini kaçırdı.
- Sana hiç anlatmadılar mı?
- Hayır.
Derin bir nefes çekti.
- Baban bir Moğolistan’lı ile evlenmek istediğini söyleyince, ailede kıyamet koptu. Kıyamet koptu dediğim, deden, yani babam, masaya yumruğunu çakıp, bu söz konusu bile olamaz dedi. Annem de kollarını göğsünde kavuşturup, dudaklarını sessizce büzdü. Biliyorsundur belki bütün aile milliyetçi sağ ucu desteklemiştir her zaman. Herkes karşı çıktı. Ben hariç. Daha opera sanatçısı olduğunu bilmiyorlardı. Bir de sahnelere çıktığını duyduklarında ikinci kıyamet koptu. Zaten babanın müzik kariyerine de en başta karşı çıkmışlardı. Bu işlerin böyle dallanıp budaklanacağı belliydi gibi sözler sarfedildi. Günlerce, haftalarca evde gerginlik oldu. Babanı vazgeçirmeye çalıştılar. O da hiç bir zaman ailesinin isteklerine boyun eğecek bir insan olmamıştı.
Kafasının dikine gitti. Ailesi onu mirastan reddetmekle tehdit etti.
- Anneme çok mu aşıktı ki?
- Anneni seviyordu ama benim anladığım kadarıyla daha çok ailesine karşı çıkmak istediği için, kendi iradesini kabul ettirmek istedi. Zaten siyasi görüşü de ailedeki herkesle zıttı. Ben hariç.
- Ve en sonunda, babanın vazgeçmeyeceğini öğrendiklerinde, onu evlatlıktan reddettiler. Büyük olaylar patladı. Deden avukat tutup, oğlunu mirastan mahrum bıraktı.
- Neden ama? Sadece annem yabancı olduğu için mi?
- Baban erkek evlatların en büyüğüydü. Ve deden onun kendileri gibi soylu bir aileden biriyle evleneceğini düşünmüştü hep. Kariyer sahibi bir yabancı kadın, bizim muhafazakar milliyetçi ailenin geleneklerine çok tersti.
- Sonra boşandıklarında, babam için büyük yıkım olmuş olmalı. Uğruna her şeyden vazgeçtiği, ailesini bile karşısına aldığı, kadın…
- Baban için yıkım olan, boşanmak zorunda kalmış olmaktan çok annenin bitmek bilmeyen abuk subuk sadakatsizlikleriydi. Biliyorsun, prensip sahibi olmuştur her zaman ve sadakatsizlik kabul edebileceği bir şey asla olamaz.
Babamın hepimize öfkesi ve mesafesi şimdi daha anlaşılabilir bir şey olmuştu evet, ama benim tüm bunların içinde ne suçum vardı? Belki de çekik gözlerim yüzünden beni de La Diva’nın bir uzantısı gibi görüyordu. Oysa La Diva kadar ona da aittim.
Kahvaltının geri kalan kısmında havadan sudan şeylerden bahsettik. Ben ona biraz Film Festivali’nin büyülü atmosferini anlattım, o bana fransız taşrasının komik dedikodularından bahsetti.