Doğrusu son ana kadar, hatta bavulları hazırlarken bile, yolculuk içime sinmemişti, limon fidanını basit bir alışveriş torbasına koymuştum uçakta yanıma alacaktım. Enki, en son o 12 dakikacık süren konuşmadan beri benimle iletişim kurmamıştı. Havaalanında bavulumu henüz vermeden onu görüntülü aradım. Açmayacak şimdi diye düşündüğüm sırada telefona cevap verdi:
- Merhaba güzellik! diye yanıtladı aramamı.
- Aramana çok sevindim, zamanlaman müthiş. İki seans arasındayım ve tam seni arayacaktım.
- Öyle mi? Herhalde uçağın geliş saatini soracaksın.
- Hayır canım. Sana evin adresini vermediğimi fark ettim.
- Enki bana artık yoğunluk filan deme! Bugün Cuma. Özellikle hafta sonuna ayarladım geliş günümü. Uçağım zaten Viyana’ya inene kadar saat 17.30 olacak. Oradan çıkışım, bavul derken, 18.00’i bulur.
Ne zaman birisi sinirlerimi bozsa sesim tizleşir ve titremeye başlardı.
- Seni karşılamayı çok isterdim fakat benim son seansım 18.00’de bitecek. Yetişmem imkansız. Biliyorsun insanlar iki ay öncesinden randevu alıyor. Bir taksiye atlar gelirsin.
Sustum. Çenemin kasıldığını hissettim.
“Adresi mesaj olarak atarım,” dedi Enki, umursamaz bir tavırla. Telefonu kapattı. İçimdeki buzdağı kütlesi anakaradan kopup denize sessizce düştü. “Madem beni karşılamayacak kadar yoğundun, neden bu kadar ısrar ettin?” diye mırıldandım, içimdeki öfke derinleşirken.
Yumruklarımı sıkıp nefesimi kontrol etmeye çalıştım, ama hiçbir şey yapamamanın çaresizliği içinde kıvranıyordum.
Yola çıkmıştım artık. Üstelik ve en kötüsü de ona duyduğum tüm kızgınlığa rağmen, onu çılgınca özlemiştim. Hem belki özellikle öyle demiştir, belki sürpriz yapacaktır diye sefilce beklentiler bile besledim gizlice içimde. Fakat hissedebiliyordum, ilişkinin rengi değişmeye başlamıştı. Yine de olumlu düşünmeye çalışıp, gidişatı olumlu yöne çekiştirmeye uğraştım. Ama mevsim sonbahara dönmeye görsün, dünyanın tüm insanları olumlamalarda birleşse, yaprakların bir bir düşmesinin önüne geçebilirler mi?
Limon fidanını kucağımda, bir anne kaplanın yavrusunu koruyacağı gibi koruyarak, sağ salim tüm güvenlik kontrollerinden tek parça halinde çıkarıp, taşıdım. O minicik limon fidanına o gün yüklediğim anlamları düşününce bugün o saf romantizmimden utanıyorum.
Uçaktan, ve kontrollerden tahmin ettiğimden otuz dakika kadar erken çıktım. Limonu altından, saksısından tutarak, taksiye atladım ve şoföre whatsapp mesajımdaki Enki’nin evinin adresini okuttum. Viyana’ya ilk gelişim değildi fakat yine de yollara aşina değildim. Havaalanından şehrin merkezine doğru ilerlerken, geniş caddelerin ferahlığı, içimdeki sıkıntının yarattığı darlık duygusuyla çelişiyor ve ortaya nahoş bir sonuç çıkıyordu. Araç Viyana Devlet Operası gibi tarihi ve görkemli binaların bulunduğu merkezden, kuzeye yöneldi, ve en sonunda geniş bir caddenin 19. yüzyıldan kaldığını tahmin ettiğim, eski fakat bakımlı bir binanın önünde durdu. Kapı numarasını kontrol ettim, ödememi yapıp, bavulumla ve küçük limonumla taksiden indim.
Enki’nin ismini zilden bulup kapısını çaldım. Kapıdan, kısa bir süre sonra açıldığını belirten o mekanik ses duyuldu. Gönderdiği adreste üçüncü katta olduğu yazıyordu. Ağır ahşap kapıyı tüm gücümle ittim ve ilerde sağda asansörün önüne bavulumla geldim. Tarihi bir binada siyah ferforjeli tarihi bakımlı bir asansördü bu. Üçüncü kat düğmesine bastım. Yukarı çıktım. İçimi karmaşık duygular doldurmuştu. Az sonra Enki’ye kavuşacaktım, evet, ama sevinemiyordum bir türlü. Kata vardığımda üç ayrı kapı olduğunu gördüm. Gönderdiği mesajdaki kapı numarasına baktım: yedi. Yedi numaralı kapıya doğru yöneldiğimde kapının açıldığını gördüm. Enki "kapıyı açıyor diye düşünürken, hiç beklemediğim bir şey oldu. Kapıdan oldukça bakımlı, uzun boylu, kumral, renkli gözlü bir kadın, telaşla kendini evden dışarı attı. Çıkarken kapıyı ardından çekti ve kapı kapandı, kapattığı yetmiyormuş gibi bir de yanımdan geçerken bana hoşuma gitmeyen bir bakış attı.
Kapının önünde biraz bekledim. Enki açar diye tahmin ettim. Ne de olsa aşağıdan çalmıştım. Geldiğimi bilmesi gerekiyordu. Kapı iki dakikaya yakın açılmayınca, zili çaldım. Biraz bekledikten sonra kapı açıldı:
- Merhaba güzellik, dedi Enki o içimi eritip darmaduman eden gülüşüyle. Evime hoşgeldin. Yüzü aydınlık, gözleri şefkat doluydu. İçeri geçebiliriz, diye ekledi.
Kapıdan içeri hızlıca bir göz attım. Giriş kapısı doğrudan salona açılıyordu. Salonda gözüme ilk çarpan, yüksek tavanların sağladığı ferahlık duygusuydu. Akşam üstü hava kararmaya başlamasına rağmen suni ışıklandırma marifetiyle ortam oldukça aydınlıktı. Her yerde bitkiler vardı. Ufaklı, irili; benjamenler, monsteralar, lilyumlar, fikuslar ilk gözüme çarpanlardı. Sağ tarafta, tavana kadar çıkan geniş pencerelerin önü de bitki doluydu. Sonra tütün rengi üçlü deri koltukları fark ettim; geniş salonun ortasında karşılıklı duruyorlardı. Koltukların olduğu alanı iki klasik ahşap yapılı, fakat modern döşemeli, düz kırmızı berjer koltuklar çerçeveliyordu. Havada sandalağacı tütsüsünün kokusu asılı kalmıştı. Gözlemlerimi belime sarılan bir kol kesti. Enki’ye döndüm gülümseyerek.
- Yorgun ve gergin görünüyorsun, dedi beni öperken.
Gözlerimi kaçırdım ve cevap vermedim. Neden gerilmiştim acaba?
Şu an konuşmak istemediğim konulara girmeyecektim.
- Şu elindeki nedir? diye sordu.
- Bu bir turunç fidanı, dedim ona elimi poşetin içine sokmuş, saksıyı dipten tutmuştum. Böylece poşeti üstünden sıyırabildim. Kendi elimle limon çekirdeğinden diktim, çimlendirdim. Sana hediye etmek için Venedik’ten buraya elimde taşıdım. Zamanında çimlenmeyecek diye çok endişelendim ama neyse ki öyle olmadı. "Ona doğru uzattım. Saksıyı avucuna aldı ve evirip çevirdi. Dikkatini saksıya vermiş ve bakışlarından plastik saksıyı çok da beğenmediğini belirten yüz ifadesindeki tiksintiyi fark etmiştim. Sanki ona saksıyı hediye getirmişim gibi. Sonra, çok sonra fidanın taze çıkmış yapraklarını gördü. Kaygan görünümlü ufacık tombul yaprağı nazikçe iki parmağının arasında tuttu. Yaprak onun tırnağıyla hemen hemen aynı boydaydı.
- Olur, dedi çok da heyecan barındırmayan bir sesle, bakarım ben buna burda. Gözlerini kaçırmış, ses tonu serbest düşüşteydi.
O an içimdeki buzdağından bir kütle daha kopup okyanusa devrildi. Sanki ona angarya yüklemişim gibi hediyemi kabul etmesi bozuk olan sinirlerimi büsbütün altüst etmişti. İster istemez şu anı Istanbul gezimizdeki ruh halimle karşılaştırıyordum. Aradaki fark çok çarpıcıydı maalesef. İlişkinin inişe geçtiğini kabul etmek zorundaydım.
Bavulumu bile almadı. Elinde limonlu saksıyla orta yerde dikildi. Bavulumu kendim içeri aldım. Daha da ben girerken çıkan kadından bahsetmemiştim bile.
- Bunu nereye götüreyim? diye sordum.
- Yatak odası şu an biraz karışık, istersen eşyalarını misafir odasına koyalım, dedi ve önden giderek yolu gösterdi.
Misafir odasında iki kişilik bir yatak orta büyüklükte geniş pencereli aydınlık bir odanın büyük kısmını kaplıyordu. Kapıdan geçince ahşap pancurlu kapılı gömme dolaplar sağ tarafta kalıyordu. Oda penceresinin perdeleri açılmış, yolun karşı tarafındaki evin penceresinin kapalı turuncu panjurlarına bakıyordu. Köşedeki bakımlı fikus ve yatağın yanındaki ahşap sehpanın üstündeki tütsü de dikkatimi hemen çeken başka ayrıntılar oldu.
- Sen yerleş ben de ikimize kahve koyayım dedi Enki ve içeri gitti.
Bavulun içindekileri dolaba yerleştirmem toplam üç dakika sürmemiştir, sadece hafta sonu kalmalık eşya getirmiştim yanımda. Sonra bavuldan, onun için aldığım İtalya’nın dev dünya markasını taşıyan hakiki deri bir cüzdan ve kemer paketini buldum. En dipteydi çünkü ilk koymuştum. Şu an hiç ona vermek gelmiyordu içimden ama geri götürüp ne yapacaktım?
Evin içinde ona seslendim. Uzaktan bir ses:
- Mufaktayım, sesime gel, dedi.
Gülümsedim.
Mutfağı geniş, beyaz ve pırıl pırıldı. Bir tane bulaşık bile yoktu evyede. Tezgahlarda minimal makineler: ekmek kızartma ve kahve makinesi duruyor, ve mekanı daha da ferah gösteriyordu. Duvarın dibine yasladığı masanın çevresinde üç adet ahşap katlanır sandalyesi vardı. Bu sandalyeler, bu duvarlar onu benden daha sık görüyor diye kıskandığımı hatırladıkça üzülüyorum şimdi.
- Nasıl geçti yolculuğun? diye alışılmış bir soru sordu bana.
- İyi dedim, omuzumu silkip.
- Biraz durgun görünüyorsun, diye ekledi. Sana biraz enerji vereyim dedi ellerini gösterip, parmaklarını oynatıp, gülümseyerek. Tezgaha yaslanmıştı, kahvenin filtreden akmasını bekliyorduk.
Önce yere baktım, cevap vermedim. Sonra:
- Ben gelirken kapıdan alımlı bir kadın çıkıyordu, dedim, yüzünün ifadesini okumaya çalışarak.
- Danışanım, dedi, yüz ifadesinde en ufak bir kıpırtı yoktu, bu performansına Film Festival’inde jüri özel ödülü verirlerdi.
Elimdeki hediye paketini onun yüz ifadesindeki aynı soğuklukla uzattım.
- Senin için. Küçük bir hatıra, dedim.
Paketi dikkatlice ve bir şey demeden açtı. Markayı görünce memnun olduğunu hissettim.
- Çok teşekkür ederim. Ben bu kemeri spor kıyafetlerimle giyerim, dedi. Cüzdanımı da yenilemek istiyordum ne zamandır. Çok iyi denk geldi.
Kahve makinesinden fokurtular yükseliyordu. Alttaki cam hazneden kahveyi, üstteki dolaptan çıkardığı koyu kırmızı bodur seramik fincanlara paylaştırdı.
Ve telefonu çaldı…Ve telefona cevap verdi. Almanca dilinde belki on sözcük anlıyor olabilirim. Hepsi o kadar. İnsan biriyle beraberken telefon konuşmayı böldüğünde zaten zaman yavaşlar fakat bir de o konuşma anlaşılmayan bir dilde olduğunda bitmek bilmez. Ya da onların konuşması gerçekten de gereğinden fazla uzadı, şimdi bilemiyorum. Keşke o yolculuk boyunca aramıza giren tek şey o telefon konuşması olsaydı. Diyelim yarım saat sonra, en nihayet bitince, bana dönüp:
- Çok özür dilerim ama, yarın öğlene ek seans almak zorunda kaldım, danışanım kendini çok kötü hissediyordu, dedi.
Önce sustum. Önce bu darbenin şokunun geçmesi için bana zaman gerekiyordu. Zaten hafta sonu için gelmiştim. İki gün için. İki buçuk aydır görüşmemiştik. Ve bana iki tam gün bile ayıramayacaktı. Daha da beteri, görünüşte özür diliyor bile olsa, hiç üzülmüş gibi bir tavrı yoktu. Kollarımı kavuşturdum, gözlerimi ayakkabımın ucuna diktim. Sanki ben yalvarmıştım Viyana’ya gelmek için. Hislerimin adını bulmak için gözlerimi kapatıp, içimi taradım. Değersizlik. Kendimi bir paçavra gibi hissediyordum. Yıpranmış, eprimiş, kirden rengi belli olmayan bir yerbezi. Gözümü açıp yüzüne baktığımda, tekrar telefonundaki tuşlara basmakla meşguldü.
- Şimdi ne yapıyorsun? diye sordum, şaşkın bir şekilde.
- Pizza sipariş veriyorum bu akşam için. Acıkmışsındır diye düşündüm.
Ve bana fikrimi bile sormadan, pizzayı sipariş etti önümde. Viyana’da ilk akşamda pizza, diye düşündüm, sinirlerim bozulmuştu. Kendimi tutmasam kahkahalarla gülecektim. İşin rengi çoktan değişmişti. Artık sadece bu işin ucu nereye varacak diye bekliyordum. Doğrusu, işin bir ucu bucağı yoktu. Şeytan, pizza gelmeden pılını pırtını topla ve Venedik’e geri git diyordu. Diğer şeytan, yani en başta ilişkimizin akıbetini merak ettiğim tarot açılımında çıkan ise gözlerimin önünde alaycı alaycı dans ediyordu. "Sonra ona gözümün ucuyla bakıyordum. İşte onca özlem dolu zamanlardan sonra nihayet karşımdaydı. Karmaşık duygular içimde yer değiştirip duruyordu. Pizza gelene kadar telefonuyla ilgilendi, mesajlar gitti geldi, ve çok da merak etmediğim başka kim bilir neler yaptı.
Yarım saat sonra pizza geldiğinde, yemek odasında kartondan çıkarıp, seramik tabağa alma zahmetine girdiği pizzaları o şerbet gibi şekerli korkunç cart kırmızı kutulu sodalar eşliğinde midesine gönderirken, bir yandan da haberleri açmış, almanca haber dinliyordu yemek odasının geniş ekranından. Sanki ben hiç orada yokmuşum gibi. Tıpkı annemin Milano’daki evinde olduğu gibi, burada da kapana kısılmış hissettim kendimi. Bu saatte yatacak bir otel bulmak için fazla yorgun ve moralsizdim. Bu geceyi, Enki’nin misafir odasında geçirecektim, evet, ama yarın gece kesinlikle başka bir yere geçmekti niyetim. Haberler bitti, bu sefer Sünger Bob başladı. Dünyanın en ilginç şeyiymiş gibi onu da merakla izledi, yerlere göklere sığdıramadığım sevgili Enki’m. Ben o sırada masanın bir ucunda, zincir bir pizzacının vasat pizzasını kemirip, sessizce oturuyordum. Evin diğer eşyalarından bir farkım yoktu. Karnım doyunca masadan kalktım. Gözlerini ekrandan ayırmadan, başını hafifçe çevirdi.
Misafir odasının kendi banyosu vardı. Duşun altına attım kendimi. Bir yandan da iki aydır saydığım günleri düşünüyordum. Son iki ay gözümün önünden film şeridi gibi aktı. Büyük bir acı saplandı midemin ortasına. Gözümden yaşların akmasına engel olmadım.
Duştan sonra, pijamalarımı giyip, makyajımı sildim, uyku için hazırlandım. Misafir odasından salona doğru,“iyi geceler” diye seslenecektim, vazgeçtim, kapıyı kapattım. Başımı yastığa koyar koymaz ağlamaya başladım. Sessizce ağladıktan bir süre sonra, kulaklıklarımı taktım, akustik müzikler dinleyerek, onunla ilişkimin muhasebesini yaptım. Aşk ya da ayrılık temalı şarkılar dinleyemeyecek kadar kırgındım. Ne olduğunu bilmiyordum ve bunu gidip ona sormak için fazla gururluydum. Demek artık tercihi değildim. Demek artık benimle geçirdiği zaman onun için değerli değildi. Belki ben gelirken çıkan kadın vardı artık hayatında. Belki ben başından beri her şeyi yanlış değerlendirmiştim. Ama o zaman neden son dakikaya kadar beni ısrarla Viyana’ya davet etmişti? Bunu "da mı yanlış anlamıştım? Hayır. Sorun bende değildi kesinlikle. Bundan emin olduktan sonra, gözlerimin yaşını elimin tersine sildim, gözlerimi kapattım ve yorganı başıma çekip, uyumaya çalıştım. Önce biraz panjurun tıkırtısı uyku ile arama girdiyse de sonra dalmışım.
Sabah uykudan uyanıklığa geçerken, henüz gözümü açmadan, o kötü duygu midemde ve genzimde yerini almıştı. Dün akşam olanları acıyla hatırladım. Hemen kalktım. Zaten az olan eşyalarımı dolaptan aldım, tekrar hırsla çantama tıktım. İşim bittiğinde Enki kapıyı tıkladı dışarıdan.
Gidip araladım.
- Günaydın, dedi.
Güzellik bile demiyordu artık.
- Dün gece erken yattın, yanına gelip seni rahatsız etmek istemedim. Kahve ve kruvasan var mutfakta, gel istersen.
Cevap vermedim. Burada ne işim var diye düşünmekle meşguldüm. Yumuşak bir dokunuşla beni omuzlarımdan kavradı. Onun ılıklığı bir anda omuzlarımdan tüm bedenime yayıldı. Karşı koymadım.
- Gel sana biraz Reiki vereyim, dedi. Dün akşamdan sözüm var hem. Enerjin çok düşmüş.
Susmaya devam ettim. Söylenecek ne vardı?
Ellerini omuzlarımdan çekti ve sırtımdan aşağı rahatlama ve ürperti arası bir sıcaklık duydum. Ne yaptığını anlamak için, arkama hızla döndüğümde gözlerini kapatmış, ellerini benden beş santimetre uzakta bedenime paralel şekilde tutuyordu. Ani hareketimi sezince, gözlerini açtı.
- Şşşt, olmaz ama böyle, diye fısıldadı. Dön.
Döndüm. O rahatlama ve sıcak ürperti, tüm sırtımdan belime kadar indi, sonra kalçama, sırasıyla bacaklarımın üst ve altına. Ayak parmaklarımda hissettim. Sonra önüme geçti. Aynı hareketi, bu sefer önüme geçerek yaptı.Elleri ve bedenim arasından bir akım geçiyor gibiydi, ılık ve gevşetici bir akım. Elleri boynumun hizzasındaydı. Fiziksel gerginliğim kaybolmuştu, doğru. Elleriyle yanaklarıma dokundu ve ne olduğunu anlamadan, bedenimi kendine çekip, beni öpmeye başladı.
Aniden onun güçlü kollarından kurtulup, geri çekildim. Reiki öncesinden bile daha gerilmiştim. Ne yaptığını sanıyordu bu adam? İlk defa o zaman Enki’de bir terslik var diye düşündüğümü hatırlıyorum. Yüzünün ifadesini okumaya çalıştığımda, sadece şaşkınlık gördüm.
Sonra tam o gelmeden hazırladığım küçük çantamı aldım. Evin kapısına doğru yöneldiğimi görünce arkamdan:
- Lana! diye seslendi. Seni son zamanlarda ihmal ettim, biliyorum. Dişlerimi sıkıyordum. Kapıyı arkamdan sertçe çektim.