Translate

28 Temmuz 2025 Pazartesi

Dokuzuncu bölüm

Enki ile at çiftliğinde geçirdiğimiz o muhteşem günün üstünden tam iki hafta geçmişti. İkimiz de günlük koşturmacalarımıza geri dönmüştük. Ben ciddi olarak

Film Festivalinin açılış parçasına odaklanmıştım. Enki de Viyana’ya dönmüş danışanlarına şifa dağıtıyordu. Çok yoğun çalışması konuşmalarımızın seyrelmesine de sebep oluyordu. Sorduğum zaman sabah 10.00’da güne başlayıp, gece yarısı olana dek soluk almadan, doğru düzgün bir öğün yemek bile yemeden, uyduruk sandviçlerle geçiştiriyordu öğünlerini.

- Sürekli sandviçle beslenilir mi? diyordum ona gerçekten onun için endişelenerek. Hem sen bütünsel sağlık koçusun. Kendi sağlığını ve beslenmeni de gözetmen gerekmiyor mu?

- Başka türlü danışanlara yetişemem, diyordu cevap olarak.

Aslında aynı ev içinde yaşayan erkeğe hizmet konusunda katı görüşlerimi herkes bilir, bütün ev işlerinin eşit şekilde paylaşılmasını isteyen - istemeyen herkese dayattığımı da. Yemek, basit bulaşığın kaldırılması, ortalığın toplanması. Bu işlerin dünyanın her yerinde çalışan kim olursa olsun, kadının sırtına bindirilmesine çok öfkelenirim. Fakat söz konusu kişi Enki olunca birden içimden bir geyşa çıktığını ağzımdan dökülen o sözlerimden fark ettim:

- Keşke aynı şehirde yaşasaydık. Sana besleyici sandviçler hazırlardım her gün. En azından ekmeğini tahıllı ekmekten seç…Biraz B vitamini girsin vücuduna.

Demek böyle oluyordu…Hatta işi öyle abartmıştım ki, hayallerimde ona pancar, ıspanak gibi besleyici değeri yüksek sebzeleri robottan geçirip, huşu içinde sıkıyor ve sonra da suyunu içiriyordum. Şimdi bana ne kadar boş ve acıklı geliyor…Sanırım onu besinsiz kalmaktan nispeten kurtaran, Cumartesi akşamı, mesai bitiminde gittiği restoranlarda yediği yemeklerdi. Bunları onun adına hesaplayıp düşündüğümü hatta bir nebze rahatladığımı hatırlıyorum. Zihnimin tüm yolları böylelikle kaçınılmaz olarak Enki’ye çıkıyordu.

O gün, Film Festivali için çalışmaktan yorulunca, biraz da hava alırım diye Via Garibaldi üstündeki kafeye gitmeye karar verdim. Çok oturmayacaktım çünkü yer dar, masalar sıkışık ve sandalyeler çok konforlu sayılmazdı. Masaya oturdum, garson geldi, siparişi verdim. Kahve yanında el yapımı tereyağlı iki kurabiye ile servis edildi. Böyle ayrıntıları sever ve önemserim. Kahvemi yudumlarken kaçınılmaz olarak aklım Enki’ye gitmişti. Keşke o da Venedik’te yaşasaydı. Keşke şu an burada olsa da bu nefis kurabiyenin ikincisini onunla paylaşsaydım. Fakat aniden bir şey oldu: o portakal-limon-salatalık-kavun tonları taşıyan ve aklımı başımdan alan parfümü burnuma geldi. İlk önce ben yine onu fazla özlediğim için parfümü burnumda tütüyor sandım. Fakat sonra burnumdan içeri çektikçe duyduğumun hayal olmadığını ve çevrede bu kokuyu sıkmış biri olduğundan emin oldum. Arkamı döndüm. Ortamın havasını bir kere daha, daha derinden içime çektim. Arka masamda telefonuna bakan şu top sakallı, kısa saçlı, ufak tefek genç adam sürmüştü parfümü üstüne, buram buram Enki kokuyordu. Önüme döndüm. Enki’ye doğrudan parfümünün adını sormaya çekiniyordum. Fakat bir daha görmeyeceğim bir yabancıya kibarca sorabilirdim. Ayıplaması ya da hakkımda olumsuz bir düşünce oluşturması hiç de umurumda değildi. Cesaretimi toplayabilmek adına “bu bir oyun” dedim kendime, sıradaki görevin “parfümün adını öğrenmek”. Yabancı birine sorulacak basit bir soruya alınacak basit bir cevapla oyunu kazanacaksın. Zor zamanlarda böyle oyunlara başvururdum. Sıkıntılı bir görevi yerine getirmem gerektiğinde örneğin. Bunun bir bilgisayar oyunu olduğunu hayal ederdim. İşi basit görevlere böler, sonra o görevlerin her birinde puan kazandığımı ve son olarak oyunu bitirdiğimi hayal ederdim. Tekrar arkamdaki masada oturan gence döndüm:

- Çok afedersiniz, biliyorum sorulmaz ama parfümünüzün ismini sorabilir miyim?

İşin en zor kısmını atlatmıştım işte böyle. Sorarken rahat görünmeye çalışsam da kalbim ve midem ve hatta tüm ruhum nohut tanesi boyuna küçülmüş olsa bile. Ama bunu öğrenebilmek için daha nelere katlanmazdım…

Yabancı adam başını mahmur gözlerle telefonundan kaldırdı.

-  Mystic Forrest, diye cevap verdi umursamaz bir tavırla.

Paloma Massimo markasının.

Sonra beni baştan aşağı süzüp, çekingen halimi fark edip, rahatlatmak istercesine: 

-  Çok soran oluyor, dedi, özellikle de kadınlar. 

Ve aynı umursamaz tavırla tekrar telefonuna döndü.

Ah! Mystic Forrest’di demek duygularımın bütün yollarını aşka çıkaran bu parfümün adı. Oyunu kazanmıştım. O parfümü mutlaka bir yerlerden edinecektim. Üstelik italyan markası olduğuna göre kolayca bulabilirdim. Telefonuma “en yakın parfümeri mağazası” yazıp arattım. Yürüyerek 15 dakika uzaklıkta bir tane vardı.

Hesabı ödedim ve telefonun tarif ettiği yere doğru kalbim elimde yürümeye başladım. Dönüp son bir kere daha baktığımda, Enki kokan o yabancı adam hala telefonuna bakmaya devam ediyordu.

Mağazanın kapısına vardığımda saçma sapan bir tutukluk hissettim. Ne diyecektim? Nasıl isteyecektim? Utandım. Sanki tezgahtar kadın bütün içimi okuyabilirmiş gibi. İçeri girmeye kendimi zorlamadan önce, biraz geri çekildim. Kendime düşünme payı vermek istedim. Elli adım ötede, kanallardan birine bakan dar bir bank vardı. Oraya doğru gittim. Oturdum. Sakinleşmeyi, duygularımın durulmasını bekledim. Zaten acelem mi vardı? Çok geçmeden, yeniden kendime geldiğimi hissedince, bu utanma duygusunu incelemeye aldım. Tezgahtar kadından utanma fikri çok saçmaydı. Olsa olsa kendimden utanıyordum. Ona bu kadar düşkün olmaktan, gidip onu satın almaya varacak kadar kokusuna deli olmaktan utanıyordum. Tezgahtar kadınla hiçbir ilgisi yoktu elbette. Kendimden… Ah…Despot La Diva’nın terbiye verdiği küçük kızın duygularıydı bunlar. En sert, en acımasız. Oysa kaç yetişkin kadın dünyada bunu yapmıştır. Ve belki de erkek? Yetişkin ve aşık bir kadındım. Utanılacak bir şey yoktu bir şişe en cazibinden erkek kokusu satın almakta. Banktan kalktım. Parfüm mağazasının kapısına rahatlıkla yöneldim. Vitrinden bakınca içeride hiç müşteri gözükmüyordu. Kapıyı ittim. Bilindik esnaf zili çınladı. Minyon yapılı sarışın genç tezgahtar kadın karşıdan, bankonun arkasından bana en sıcak haliyle gülümsüyordu:

- Hoşgeldiniz, dedi. Size nasıl yardımcı olabilirim?

- Hoşbulduk, dedim. Bir parfüm bakacaktım.

- Tabii ki, dedi. Aklınızda belli bir marka var mı? Yoksa size öneride bulunmamı ister misiniz?

- Aslında var, dedim. Mystic Forrest. Sanıyorum Paloma…

- …Massimo diye tamamladı. Nefis bir seçim. Şu son zamanlarda en çok sattığımız erkek kokusu.

Arkasını döndü ve sağ üst raftan test şişesini aldı. Buzlu camdan sade bir şişeydi bu. İnce kağıt şeridi önündeki çekmecenin içinden çıkarıp şişedeki parfümü üstüne sıktı. Önce yoğun bir portakal ve limon karışımı bir koku kapladı mağazanın içini. Eliyle test kağıdını biraz salladı. Çok geçmeden bergamot tonu belirginleşti. Ve sonra salatalık. En son da kavun.

- Aradığınız koku bu mu? diye sorup kağıdı burnuma yaklaştırınca, Enki’nin kokusunun aynısını aldım. Gözlerimi kapattım. Onu çok özlemiştim.

Gözlerimi açtığımda, tezgahtar kadının bana sıcak ve anlayışlı gülümsediğini gördüm.

- 50 ml, 100ml ve 200 ml üç boy seçeneği var. Hangisini tercih ederiz?

- En küçük boyu sanırım uygun olacak dedim.

- Hediye paketi ister miyiz?

- Gerek yok, teşekkürler.

Test kağıdını atmaya teşebbüs ettiğini görünce:

-  Onu da alabilirim bir sakıncası yoksa, dedim.

Eve gelene kadar, hangi yoldan nasıl geldiğimi hiç hatırlamıyorum, elimde test kağıdı, onu koklaya koklaya kendimden geçmiş halde geldim. Yürürken zaten aklıma bazı özgün tınılar geliyordu. Ara sıra cebimden telefonumu çıkardım, onun ses kayıt özelliğini kullanarak, o tınıları mırıldanarak kaydettim. İlham geldiğinde kaçırmamak en iyisiydi. Bazen ilham boş çıkıyordu bazen de dolu. Belli olmuyordu. Ama riske atamazdım.

Eve gelince, ayakkabıları girişe bıraktım, odama gidip rahat ev kıyafetlerimi giydim ve telefonumu da alıp piyanonun başına oturdum heyecanla. Enki’nin kokusunun verdiği ilhamla onun için bir parça yazmak istiyordum. Bir rapsodi. İsmi aklıma hazır düştü: La Serenissima Rhapsody. La Serenissima, Venedik’in takma ismiydi. Eve geldiğimde saat 14.00’e varmıştı. Gece yarısına kadar aralıksız çalıştım o gün. Benim standartlarıma göre bile müthiş bir bestenin altyapısını oluşturmuştum.

Ertesi gün erkenden çok acıkmış olarak uyandım. Bir gün önce yemek yemeyi unuttuğumu o zaman fark ettim. Enki’ye iyi beslenmiyorsun derken, kendimi ihmal etmiştim. Avokadolu, jambonlu, tahıllı ekmekli, krem peynirli ve kahveli mükellef bir kahvaltıdan sonra parfüm şişesini de alıp, piyanonun başına geçtim.
Bir önceki günün çalışmasını düzelttim, bir takım eklemeler, çıkarmalar, düzeltmeler yaptım. Arada bir durduğumda, ilham versin diye bileğime sıktığım kokuyu burnuma yaklaştırıp mest oluyordum. Sonra gözüm viski şişesi gibi yassı, kenarları yuvarlanmış beyaz buzlu camlı şişeye gidiyordu. Ona baktıkça Enki’nin yanımda olmasını istiyor, bir sonraki buluşmamıza kalan günleri düşünüyordum. Onun yoğun temposu ve benim sipariş bestemin çalışmaları arasında bulabildiğimiz en uygun ortak yer ve tarih Istanbul gezisiydi ve daha bir buçuk ay vardı, yani benim hesabımla 43 gün. Diğer yandan bu parçayı bitirmek ve ona dinletmek için sabırsızlanıyordum. İçten içe beni yetenekli bulsun, hayranlığını kazanayım istiyordum, çocuk gibi.

Yaklaşık üç hafta süren yoğun bir çalışma temposunun sonunda La Serenissima Rhapsody insan içine çıkacak kıvama kavuştu. Yoğun çalışmıştım ama notaları sıralamak çok zor gelmemişti. Yorgundum ama bitik değildim. El yazısı notaları dijital ortama aktardım ve piyano için yaptığım bestenin kaydını çevreme yollamaya başladım. İlk önce ve en başta tabii ki Enki’ye. Sonra Sofia’ya ve annemle, babama. Gönderir göndermez işin en sevimsiz fakat yine de heyecanlı kısmı başlamıştı: bekleyiş. Ne diyecekler? Beğenecekler mi? Kayıtsız mı kalacaklar? La Diva belli ki kusurları bulup altını çizecekti. Babam her zamanki gibi fazla umursamayacaktı.
Besteyi bir müzik dosyası olarak gönderdikten yarım saat sonra, koltukta uzanmış, hayallere dalmışken, telefonum çaldı.

İlk bana geri dönen, beklediğim gibi Sofia olmuştu. Görüntülü arıyordu. Merhaba bile demeden hemen konuya girdi:

- Ah Lana’cık ne kadar duygusal bir kadın oldun böyle. O ne muhteşem bir parça, tüylerim diken diken oldu.

- Sahi mi? Beğendin demek! Çok sevindim!

- Beğenmek ne demek bayıldım! Şahane bir parça olmuş. Çocukluğumda annemin beni uyutmak için söylediği o müthiş Sicilya masallarını ve ninnilerini de anımsattı bir yanıyla, çok duygulandım. Yalnız anlamadığım bir şey var: parça açılış için biraz kısa değil mi? Ve sadece piyano mu çalacak?

- Ah…Hayır Sofia, bu açılış parçası değil. Bu başka.

- Nasıl başka? Sen açılış parçasına hazırlanmıyor muydun haldır haldır?

- Evet, ama…

- Hmm…Araya beklenmedik bir misafir girdi demek.

Bunu söylerken yüzünde anlamlı bir gülümseme vardı. Her zamanki gibi durumu hızlıca kavramıştı o kıvrak zekasıyla. Bu sefer Enki ile ilgili olumsuz bir şey söylemeden konuyu değiştirdi. Havadan sudan konuştuk görüşmenin geri kalanında. Sonra görüşmeyi sonlandırdık.

Ve zaman, motoru durmuş kalmış araba gibi yürümek bilmedi o telefon görüşmesinden akşama kadar. Sanki ekmekleri her zaman iki dakikada kızartan makine bile benimle dalga geçer gibi ekmekleri bir türlü atmak istemedi. İki saniyede bir, gözüm mail kutumun kırmızı bildirimlerine gidiyordu. Saat başlarını bekledim. Belki iki danışanının arasında mailimi görüp müziğimi dinler diye. Boşu boşuna. Enki’den bir işaret, bir ses gelmedi. Üç saat başından sonra aklım başıma nihayet geldi.

Zaman geçmesini istedikçe, nazlı bir rüzgar gibi yavaşlamayı sürdürecekti. Dikkatimi daha faydalı bir yere vermeye çalıştım. Zaten gün içinde arama ihtimali düşüktü ve benim müziğim bu kuralı değiştirmeyecekti. Ben de en sonunda kendimi ev işleri ve terastaki bitkilerle oyaladım bütün gün.

Saat gece yarısını geçiyordu, Unchained Melody’nin ilk notaları telefonumda tınlamaya başladı. İçimde havai fişekler patlıyordu. Koşarak çalan telefonun yanına ulaştım. Görüntülü aramaydı. Nefes nefese ve şapşal görünmemek için önce sakinleşmeyi bekledim. Sonra en havalı edamı takınarak, aynaya çabucak bakmayı da ihmal etmeden, görüşmeyi başlattım.

- Ah! Lana! Uyandırdım mı seni uykundan yoksa?

- Hayır! Sadece evin diğer ucundaydım.

Durdu. Bana bakıyordu. Güzel bakıyordu. Bir süre baktı ve sonra gözlerini kaçırdı.

Sessizliği ben bozdum:

-  Ee? Dinledin mi Rapsodiyi?

- Maalesef gün içinde zaman bulamadım…

Yüzümden hayal kırıklığım belli oluyordu eminim.

-…fakat şimdi açıp dinlemek istiyorum senin yanında ve senin için de bir sakıncası yoksa.

-  Ne sakıncası olabilir ki? dedim, ama kırgındım biraz.

Rapsodinin uzunluğu toplam 8 dakika 20 saniyeydi. Gün içinde bu kadar kısa bir süreyi bile bana ayıramaması beni üzmüştü. Diğer yandan çalışmaktan yemek yemeye doğru düzgün zaman ayırmayan bir insandı bahsin konusu. Belki de çok üstünde durmamak gerekiyordu. En azından aynı gün aramıştı. 

- O zaman, bilgisayarımdan açıyorum.

Çok heyecanlıydım. Nasıl bulacaktı, ne diyecekti.

Ve telefonun diğer tarafında müziğin o çok iyi bildiğim ilk notaları duyulmaya başladı. Enki’nin yüz ifadesine kilitlenmiştim. Dördüncü dakikaya kadar yüzünde hafif bir tebessüm vardı. Sonra kaşları çatıldı. Müziğe sanki kendini daha dikkatle verdi. Başını hafif sola çevirdi. Sonra bana baktı, kaşları hala çatıktı. Sekizinci dakikadan sonra gözlerinin dolduğunu gördüm. Anlıyor muydu yoksa gerçekten ve anladıklarından duygulanıyor muydu? Belli etmemek için yere bakmaya başladı. Ve rapsodi bittiğinde düşünceli düşünceli sakalını sıvazlıyordu. Doğrudan bana baktı müşfik bir ifadeyle.

- Lana! Ne yaptın Lana! Bizi anlatmışsın…Doğru mu anladım? Aramızdaki çekimi, huzuru, kimyayı, uyumu…Bir masal hatta bir film gibi…O kadar güzel anlatmışsın ki…En sonunu…nasıl söylesem? Böyle sanki fırtınalar kopmuş, çatılar uçmuş, dünya sanki topaç gibi daha hızla dönüyor… ben orasını tutkulu bir aşk ilanına benzettim…eğer biraz müzikten anlıyorsam…Lana! Ah! Muhteşem güzellikte bir parça olmuş üstelik, çok beğendim. Çok yetenekli bir bestecisin. Kesinlikle çok cesur ve yeteneklisin. Bütün kalbini koymuşsun eserine cesurca…

Gözlerini kaçırmıştı yeniden. Sesinin tonu ilk telefon konuşmasında olduğu gibi fısıltıya benziyordu. Böyle, dibine varıncaya kadar, bu denli birebir anlamasını beklemiyordum kesinlikle. Sürpriz olmuştu benim için. Değil Enki şu dünyada tanıdığım hiç kimse bugüne kadar bestelediğim müziği bu kadar derinden anlamamıştı. İstem dışı benim de gözlerim doldu ve taşacak gibi oldu, hissettim. Hele o Bienal’de aynaya yansıyan görüntüden beri her şeyi güzel bir film tadında yaşamama varıncaya dek anlamıştı. “Film gibi” demişti o da. Hiç ona bu hissimden bahsetmemiştim oysa.

- Teşekkür ederim Enki.