Sofia ile görüşmem biter bitmez bilgisayarda Bay Giuseppe’nin ismini arattım. Kaba bir hesapla babamla aynı yaşta olmalıydı. Yani altmışlı yaşlarında. Onunla en
az yirmi beş senedir görüşmüyordum. Bay Giuseppe Daroffio olarak aratınca google’da birçok sonuç çıktı. Sosyal medyada etkin değildi fakat arama sayfasında aşağılara doğru inince Spotify ve Soundcloud gibi mecralara düzenleme veya bestelerini yüklediğini tahmin ettiğim kayıtları gözüküyordu. Bir de Youtube kanalı vardı kendi adına. Youtube kanalına girdim. Hakkında bölümünde bir elektronik posta adresi buldum. Hemen o akşam, saat 23.00’ü geçmişti, bir elektronik posta gönderdim:
Sevgili Bay Giuseppe,
Ben konservatuardan arkadaşınız Philippe de Vermont’un kızı, aynı zamanda eski öğrenciniz, Lana de Vermont. Yanlış hesaplamıyorsam 25 sene oldu görüşmeyeli. Yıllar sonra size ulaşmak beni nostaljik duygulara sevk ediyor. Nasılsınız? Ya sevgili eşiniz?
Beni sorarsanız, hemen konuya gireyim, size güzel haberlerim var. Öncelikle hala müzikle uğraşıyorum, hatta profesyonel düzeyde ilgileniyorum müzikle. Bir"süre önce önemli bir teklif aldım: önümüzdeki senenin Venedik Film Festival’inin açılış müziğini bestelememi istediler benden. Size ulaşmak istememin sebebi de bu besteyi yaparken karşılaştığım zorluk. Ekte orkestralı demoyu gönderdiğim parçaya yeni tanıştığım ud enstrümanını eklemek istiyorum ancak başarılı olamıyorum. Benim yerimde olsanız nasıl bir yol izlerdiniz?
Sevgiler, Lana.
O gece bu epostayı atıp, müthiş bir iç huzuruyla uyudum. Zaten olaylar ondan sonra çorap söküğü gibi gelişti.
Güneşli bir güne uyandığım sabah kahvaltısından sonra, terasa çıktığımda, dayanamayıp çekirdeğin toprağını eşeledim. Fıstık yeşili kökünü dışarı çıkarmıştı. Bunu bir umut işareti olarak kabul ettim. Hemen toprağı üstüne geri kapattım ve sevinçten dans ettim.
Beş dakika sonra telefonum çaldı: ekrana baktığımda inanmakta zorlandım. Arayan günlerdir haberini beklediğim Kreatif Departman sorumlusu Bay Bonucci’nin kendisiydi.
- Bayan de Vermont, size geç döndüğüm için özür dilerim. Bu sene hiç beklemediğimiz aksilikler üst üste geliyor. Düşünebiliyor musunuz açılış müziğiyle ancak ilgilenebildim. Fakat dün akşam demonuzu dinledim. Gayet güzel olmuş. Tebrik ederim. Biraz çocuksu fakat aynı "zamanda şiirsel olmuş. Güzel bir masal müziği gibi ki film festivalinin açılışına çok yakıştırdım.
Ah! Masal müziği! Bunu duymak gerçekten bunca günün kahrını çekmeye değmişti.
- Biz bu demo haliyle bile alıcıyız. Fakat Tina bana bir şeyler söyledi. Son hali olmadığını ve araya ud solosu eklemek istediğinizi. Doğru mu anladık acaba?
- Evet Bay Bonucci, doğru. Araya bir yere mutlaka ud eklemek istiyorum.
Karşı tarafta kısa bir sessizlik oldu.
- Anlıyorum. Fakat konsept olarak ud ile müziğinizi pek bağdaştıramadım açıkçası. Tabii ki sanatçı sizsiniz, ve size en baştan açık kart verdik yaratıcılık açısından. Sakıncası yoksa hangi bölüme eklemek istediğinizi benimle paylaşır mısınız?
- Şu an ben de zorlandığım ve net bir karar veremediğim için sizinle maalesef paylaşamıyorum.
- Ud biliyorsunuz farklı bir coğrafyanın ve müzik sisteminin enstrümanı. İşinize karışmak gibi yorumlamazsanız, kendinizi de zorlamadan, acaba daha yerel bir enstrümanla mı çalışsanız?
- Farklı bir coğrafyanın enstrümanı olmasını özellikle arzu ediyorum Bay Bonucci, dedim.
İstemeden sesim biraz sert çıkmıştı.
- Zaten uluslararası bir festivale de yakışan bu değil mi? diye ekledim, sesimdeki sertliği biraz yumuşatmaya çalışarak.
Karşı tarafta tekrar beni geren kısa bir sessizlik daha oldu.
- Bayan de Vermont, şu haliyle besteniz bitmiş gibi, ve gayet de iş görür halde boşuna riske giriyor ve işleri yokuşa sürüyormuşsunuz gibi geliyor bana, yanılıyor muyum?
- Daha iyisini yapabilecekken neden sadece “iş görür” bir besteyle yetineyim? Bana bunu açıklayabilir misiniz? Üstelik daha anlaştığımız son teslim tarihine 3 ay varken? Hem ortada risk filan da göremiyorum, udu ekleyemezsem size gönderdiğim demo haliyle kullanırız.
- Çabanızı takdir ediyorum Bayan de Vermont ve sizi bu konuda oldukça kararlı görüyorum.
- Kesinlikle öyleyim.
- Peki o zaman. Deneyelim. Udlu parçayı da dinleyelim. Yalnız, sizi uyarıyorum iki parçayı dinledikten sonra Festival Açılışı için udsuz demoyu daha uygun bulursam, onu tercih etme hakkını kendimde saklı tutuyorum. Ortada bir risk olmadığını az önce siz söylediniz. Udlu parçaya ikna olmazsam…
İşte buna canım sıkılmıştı doğrusu. Hem çalışıp uğraşacaktım hem de Bay Bonucci’nin takdirine, beğenisine bağlı kalacaktım. Bana başka bir seçim bırakmıyordu. İlk baştan demoyu göndermekte hata etmiştim. Ah! Ben ve şu sabırsızlığım. Tez canlılığım. Kendime kızmıştım. Hem de çok.
- Öyle olsun, dedim burnumdan soluduğumu belli etmemeye çalışarak. O zaman ben de son güne kadar düzeltme yapma hakkını saklı tutuyorum.
- Anlaştık Bayan de Vermont.
Ve telefonu kapattık.
Ben terastan inip, eve girdim. Öğlen yemeği için hazırlık yapmaya başladım. Bir yandan da beş dakikada bir Bay Giuseppe’den elektronik posta var mı diye bildirimlere güvenmeyip, posta kutumu kontrol ediyordum. Aklıma her ne "kadar ara sıra Bay Bonucci’nin “masalsı” sözü gelip moralimi yükseltse de, ud konusunda son kararın ona bağlı olmasına canım sıkılıyordu. Evdeki müzik çalara yeni bir ud parçası yükledim. Parçanın ortalarına gelmiştik ki, telefonumdan Unchained Melody’nin notaları yükseldi. Ah! Tüm beklentilerimin karşılandığı gündü demek bugün. Sesli arıyordu. Açtım.
- Enki! Nerelerdesin? Hiç aramayacaksın sandım!
- Merhaba! Abartıyorsun, yapma lütfen. Yoğun çalıştığımı sen de biliyorsun. Hem ne kadar oldu görüşmeyeli?
“Hem ne kadar oldu görüşmeyeli?” Demek bilmiyordu ne kadar olduğunu? Demek aradan geçen günleri, hatta saatleri sayan sadece bendim. İlk defa olarak bilmezliğe vurdum yalandan.
- Bilmiyorum ne kadar oldu ama uzun zaman oldu, dedim.
- Ben de özledim seni, dedi, sesinden bunu söylerken gülümsediği anlaşılıyordu. Görmediğim gülümsemesinden bile etkileniyordum.
- Ne kadar kaldı Viyana’ya gelmene?
- Bu Cuma değil sonraki Cuma dedim, bezgin bir sesle. Geldiğim gün de unutma da…Sonra ortada kalmayayım.
- O arkada çalan Istanbul’da dinlediğimiz enstrüman değil mi? diye sordu.
- Evet, nasıl tanıdın?
- Çok güzel ve tipik bir tınısı var. Demek Istanbul’u düşünüyorsun, dedi yine gülümseyerek.
Sonra gündelik şeylerden konuştuk. Ve kısa bir süre sonra da konuşmayı sonlandırması gerektiğini söyledi. Ekrana baktığımda konuşmamızın hepi topu 12 dakika ve 4 saniye sürdüğünü gördüm. İki hafta beklemiştim bu 12 dakika için. Ve bu Viyana’dan önceki son konuşmamız oldu eğer son gün onu havaalanından aradığımı saymazsak. Telefonu kapattıktan sonra neler hissettiğimi adlandırmaya çalıştım. Bir yanım sevinçliydi, bir yanım hala aç. Sanki hiç konuşmamış gibiydik. Bir şey anlamamıştım ben bu görüşmeden. Ben mi çok beklenti yüklüyordum bir ilişkiye? Bunları düşünerek geçti günün geri kalanı.
İki gün daha öylece geçti, artık terastaki çekirdeğin sapı toprakta kımıldanmaya başlamıştı. Ve akşama doğru, güneş batıda alçalıp, piyanomun üzerine ince ışık huzmeleri düşerken, posta kutuma nihayet Bay Giuseppe’den beklediğim posta geldi, şöyle diyordu:
Ne kadar uzun zaman olmuş senden ve babandan haber almayalı. Oysa derslerimiz benim için daha dün gibi. Film festivali açılış müziği demişsin! Müthiş bir haber bu. Çok gurur duydum. (…)
Gönderdiğin demoyu dinledim ve çok beğendim. Dinlerken gözümün önüne o narin ve hassas öğrencim geldi. Duygulandım. Besten de sana benzemiş Lana’cığım. Duygulu ve incelikli. Büyürken bu özelliğini korumuş olman çok güzel. Bir yanıyla da besten fantastik bir dünyaya giriyormuş hissi uyandırıyor, bu da bir film festivali açılış müziği olarak bence mükemmel. Şimdi bu parçaya tek başına ud eklemek istediğini ve zorlandığını belirtmişsin. Birkaç gündür bu konuyu aklımda evirip çeviriyorum. Senin için araştırdım ve Joseph Tawadros’un udlu Vivaldi kaydını buldum internette. Onu dinlemeni öneririm. Diğer yandan, soruna biraz daha geniş bir perpektiften bakıp udu tek başına orkestraya katmaktansa, yanına birkaç aynı coğrafyadan eşlikçi katabilirsin diye düşündüm: benim aklıma ilk gelenler kanun ve ney.
Yanına uyumlu enstrümanlar katmak mı? Kanun ve ney mi? İşte bu benim aklıma hiç gelmemişti. Ud diye tutturmuş, saplanıp kalmıştım. O an her işimi bırakıp, internetten kanun ve ney seslerini dinleyebileceğim parçalar arattım. Kanunun sesini ilk duyduğumda kararımı verdim. Parçanın girişinde yaylılar başlamadan, tek başına kanun, yaylılara yolu gösterecekti. Masala, fantastik ve düş dünyasına o kadar yakışıyordu ki kanunun narin tınısı. Kağıdı kalemi salondaki çalışma masamın çekmecesinden koşarak aldım. Çarçabuk notlarıma bu düşünceyi karaladım. Sonradan kemanlar, viyolalar aynı temayı süsleyeceklerdi. Nefesli çalgıların önünden tek bir ney, aynı mantıkla flütlere yol gösterecek, sonradan fagotlarla beraber obualar ve flütler neye eşlik edecekti.
Bu kararı verip, notlarıma ekledikten sonra Tawadros’un udlu Vivaldi kaydını dinlemeye koyuldum. “Onca besteci içinden Vivaldi” diye geçirdim içimden. Venedik’li Vivaldi zaten Dört Mevsim yapıtıyla dört elementi anlatmak istediğim bundan "önceki bestemin esin kaynağıydı. Enki’yi düşünerek ve parfümünü burnuma çeke çeke bestelediğim ve demo olarak gönderdiğim müzikten sonra rafa kaldırmıştım ama çıkış noktamdı. Udlu versiyonu olduğunu bilmiyordum. Udlu Vivaldi… sanki benim için çalmışlardı. Günlerdir uğraşıp, saçımı başımı yolup elde edemediğim uyumu nasıl da doğal bir şekilde elde etmişlerdi. Yaylılar ve ud. Keman ve ud. Ve nihayet ud solo. İşte buydu! Demek ki imkansız bir uyumun peşinden koşmuyordum, iç sesimin isyan ettiği gibi. Sırf bunu bilmek bile benim için yeterliydi. Bay Bonucci’ye udun yanına kanun ve ney de ekliyorum desem, kesin emindim, istemeyecekti. Hiçbir şey söylemeyip doğrudan parçayı dinletmek daha doğru olacaktı. Evet bu da benim stratejik kurnazlığım olacaktı. Fakat daha yazmadan ikna olmuştum, o üç beklenmedik enstrüman bestemi uçuracaktı. Bay Bonucci’nin beğenmeme ihtimali kesinlikle yoktu. Peşin olarak bildiğim bir diğer şey de eğer hakkını verirsem, bu parçanın beni uluslar arası bir kariyere taşıyacağıydı. Bu coşku ve güvenle çalışma masamın başına geçtim.
On bir saat aralıksız çalışmışım.
Gece saat 23.35’te telefonumun çalmasıyla irkildim. O zamana kadar saate bakmamıştım. Annem arıyordu. Ah! Yine kendince önemli bir olay olmuştu. Bu sefer görüntülü arıyordu.
- Anne?
- Lana! Haberleri dinledin mi?
Yüzü allak bullak olmuştu.
- Hayır! Ne olmuş? Çabuk söyle! Babama mı bir şey oldu yoksa?
- Kızım Moğolistan’da Ulan Batur’un Doğu’sunda kalan bölgede çok büyük bir sel felaketi olmuş.
- Senin doğduğun topraklarda mı yani? Bayangol’de?
- Evet!
- Anne orada akraban kalmış mıydı?
Kalmadığını ben biliyordum ama ona doğrudan “anne zaten orada akraban yok ki” diyemezdim, alınırdı.
- Hayır hepsi Avrupa’ya göç edip dağıldılar. Bir kısmı da Güney Amerika’da.
İstemeden bir sessizlik oldu.
- Kızım anlamıyor musun, sel felaketi olmuş diyorum.
- Anlıyorum tabii ki anne, ama elimizden ne gelir?
- Çok duygusuzsun Lana!
Buyrun bakalım. Gene benim başıma patlamıştı.
- Ben mi duygusuzum? Ben mi? Senden başka bana duygusuz diyen yok! Bunu biliyorsun değil mi?
- Bırak Tanrı aşkına.
- Of anne!
Gene uzun bir sessizlik oldu. Gözlerini mi kapatmıştı yoksa görüntü mü donmuştu?Birkaç damla yaşın yanağından süzüldüğünü görmemle görüntünün donmadığını anladım.
- Anne! Yapma! Ağlama lütfen. Bak Milano’daki güzel evindesin. Güvendesin. Akrabaların da güvende. Ben de güvendeyim. Maalesef felaketler hep oluyor dünyada. Doğal afet bu. Önüne geçemeyiz ki. Savaşlar bile var. İnsan elinden çıkma felaketler yani. Onun bile önüne geçemiyoruz birey olarak. Aciziz. Her şeye gücümüz yetecekmiş gibi bir donanıma sahibiz bu devirde yine de birey temelinde o kadar aciziz ki…
- Biliyorum Lana, ne kadar aciz olduğumuzu senden iyi biliyorum. Zaten henüz iki yaşında olan küçük kardeşim sele kapılıp kaybolduğunda hissetmiştim o aciziyetimizi. Babamın sulara dalıp çılgın gibi onu arayışı hala gözümün önünde. Sonra da göçtük işte buralara kadar geldik…Hepsi bu.
- Bunu bana ilk defa anlatıyorsun…
Ne iki yaşında ölen kardeşten bahsetmişti daha önce ne de göçme kararıyla sona eren o sel felaketinden.
Ekrana soğuk bir bakış attı.
- Kız mıydı? Erkek mi? diye sordum.
- Kim?
- Kardeşin.
- Kız.
- Demek bir teyzem daha olacaktı…
Uzun, upuzun bir sessizlik daha girdi araya.
- Beste çalışman nasıl gidiyor kızım?
Sanıyorum konu fazla ağır gelmişti ona.
- İyi gidiyor, dedim. Bugün epeyce çalıştım. Sana ilk gönderdiğim parçaya eklemeler yaptım.
- Öyle mi? Ne ekleme yaptın mesela?
- Ud, kanun ve ney ezgileri. Bu enstrümanları bilir misin?
- Evet!
- Nereden biliyorsun?
- Dünya müzikleri dinliyorum ben Lana. Her gittiğim ülkenin geleneksel müziklerini canlı dinler, sonra kayıtlarını alırdım yanıma. Herkes buzdolabı mıknatısı toplar, ben müzik kaydı toplardım, doğal olarak. Ud, kanun ve ney demek. Harika bir fikir bence. Klasik orkestrayla beraber değil mi?
- Evet.
Annem de fikir bazında olsun beğenmişse tamamdı o iş. Ona bir şey beğendirmek öyle zordu ki.
- Bana mutlaka bir kaydını gönder.
- Tabii ki.
- Bu arada Orfeo temsiline geliyorsun değil mi?
- Evet! Tam tarihi neydi?
- Sana elektronik bir davetiye göndereceğim, önümüzdeki Ekim ayında.
- La Scala’da oynadığın bir operayı kaçırır mıyım hiç? Anne bir şey daha soracağım, kapatma.
- Sor.
- İspanya’daki ev önümüzdeki ayların hangisinde müsait?
- Şu gizemli erkek arkadaşını mı götüreceksin oraya yoksa?
Hiçbir şey kaçmıyordu dikkatinden.
- Ne alakası var?
- Hadi hadi.
- Hayır!
- Ben bu sene Eylül’ün ikinci haftasından önce gitmeyi düşünmüyorum.
- Peki.
- Hadi dedi. Çok konuştuk gece gece. Uykum geldi. İyi geceler.
Ve uzun zamandır ilk defa telefonu insan gibi kapattı.
Sonraki günlerde besteyi kağıt üzerinde tamamlamaya çalışmakla geçti. Bir yandan da dijital ortamda ud, kanun ve ney seslerini arıyordum. Kulağımda hayal etmek bir yere kadardı. Duyup düzeltmeye ihtiyacım vardı. Bulmak çok kolay olmadı. Fakat yeri geldiğinde amansız bir araştırmacı oluveririm. İnterneti alt üst ettim, Apple firmasına yazdım, en sonunda Apple’ın yetkili satış merkezinde tabletimin bir marifetiyle herhangi bir sesi - mesela cam bardağa vuran metal kaşık sesini - bile enstrüman gibi çalan özelliğini tanıttılar. Ordan kestim, buraya yapıştırdım, şurdan dinlettim ve sonunda ud kanun ve ney seslerinde istediğim notaları çalabildim.
Viyana dan döndükten sonra tüm parçayı birleştirip, sağa sola gönderebilecektim.
Ben tüm bunlarla uğraşırken zaman da boş durmadı: geçti.
Viyana’ya gitmeme bir gün kala, terastaki limon çekirdeği iki yaprak vermişti bile, üçüncü ve dördüncü yaprak da yoldaydı. Yolculuk telaşıyla aslında bence çok da önemli olmayan fakat sonradan canımı sıkacak bir ayrıntıyı gözden kaçırdım: saksı. Çekirdeği adi plastik bir saksıya ekmiştim, gözüm saksıyı görmüyordu bile. Bütün derdim onun çimlenip büyümesiydi. Fakat o konuya sonra geleceğim.