Translate

3 Ağustos 2025 Pazar

On beşinci bölüm

Enki’nin dairesinden kurşun gibi fırlamıştım, asansörü kullanmak bile istemiyordum. Bir kolumda el çantam, bir  elimde  eşyalarımı  koyduğum  büyük  çantam, merdivenlerden aşağı koşarak indim. Gözlerimdeki yaşlar görüşümü bulanıklaştırıyordu ama umursamıyordum. Binanın girişindeki ağır ahşap kapıyı kendime doğru hınçla çektim, ardımda bıraktım. Geniş caddeli bu şehirde nereye gideceğimi dahi bilmeden hızlı adımlarla yürüdüm. Çenemi kasmaktan dişlerime, boynuma ağrı girmişti. Rastgele sokaklara sapıyordum. Sol, sol, düz. Işıklarda ağlamaya devam edip karşıya geçiyordum. Bir yandan da hesaplar yapıyordum. Otel mi bulsam kendime bu geceyi geçirecek? Yok. Ayarlayabilirsem uçuşumu değiştirecektim. Hatta havayolu değiştirmeyi kabul etmezse, Pazar gecesi biletini yakacaktım. Bu uğursuz şehirde bir dakika daha geçirmeye gerek yoktu. Bir de mendil bulmalıydım bir yerden.

When you're weary, feeling small

Sen yorgun, çaresiz hissederken,

When tears are in your eyes I will dry them all

Gözlerinde yaşlar varken, ben hepsini sileceğim.

Olduğum yerde aniden durdum. Arkamı döndüm, kaldırıma bakındım. Bu sözler iç sesimin değildi. Çünkü keman…

When you're down and out, when you're on the streets

Sen çaresiz ve perişanken, sokaklardayken 

When evening falls so hard, I will comfort you 

Gece çöküyorken, seni rahatlatacağım.

Su yeşili masum gözlerini bana dikmiş, beş adım uzağımdan bana ışıl ışıl gülümsüyordu. Henüz otuzuna girmemiş gibiydi. Altın sarısı uzun saçlarını rasta biçiminde ördürmüştü, kemanı hala geniş omuzundaydı, yayı sağ elinde ve Bridge over troubled water’ı söylemeyi bırakmış sadece bana bakarak enstrümantal olarak çalıyordu. Enki’den sonra gördüğüm en cezbedici gülümsemesi olan erkekti. Önünden geçmiş, bu çekici sokak müzisyenini fark etmemiştim bile. Gözlerimin yaşını, elimin tersine sildim. Elindeki yayı bırakıp, omuzuna astığı kanvas çantasından bir paket mendil çıkardı. İçinden birini alıp, bana uzattı. Yanına yaklaşıp, mendili aldım. Gözlerimi ve burnumu sildim. Gülümsemeye çalıştım. Almanca bir şeyler söyledi.

- Almanca bilmiyorum, dedim.

- Ben de az biliyorum zaten, hafif aksanlı bir Ingilizce ile yanıtladı bu sefer. Yanlış bir çiçeği suluyorsun, dedi, gözyaşlarınla suluyorsan.

Çiçek sözcüğünü duyunca aklıma limonum geldi. Plastik saksıyı değiştirmeyi akıl edemediğime üzüldüğüme. Sonra akşam olanlar gözümün önünden geçti. O vasat pizza, Sünger Bob. Ve yanlış çiçek Enki. Yutkundum.

- Sana iyi davranamıyorsa, bırak gitsin. Bırak, dedi omuzunu silkip. Tatlı tatlı gülümsüyordu. Ben de ona gülümsemeden duramadım.

- Adım Lana dedim.

- Niclas, dedi, başını eğdi, memnun oldum.

Sonra çantamdan bozuk para arayıp, buldum. Paraları ve avucumu avuçlarına aldı. Parmakları uzun, elleri güzel ve bakımlıydı.

- Gerek yok dedi. Her zaman para için çalmıyorum. Bazen ağlayan güzel bir kadını tekrar gülümsetebilmek paradan değerli olabiliyor.

Büyük çantadan katlanır seyyar bir tabure çıkardı.

- Bana katılmak ister miydin? Tereddüt ettiğimi görünce:

-  Hadi… şarkı söylemek eğlencelidir, dedi.

Bunu tam da bana söylüyordu.

- Hem daha içmediysen sana taze Viyana kahvesi de ikram edebilirim.

İşte bunu reddedemezdim. Çantasından termosunu ve temiz bir kupa çıkardı. Çanta mıydı o yoksa Merlin’in bavulu mu?

Seyyar tabureye oturdum. O güzel bembeyaz dişleriyle, memnuniyetini belli etmek için gülümsedi.
Ben daha ağzımı açamadan, kemanının yayını eline aldı ve:

- Piaf sever misin? diye sordu.

- Çok, dedim.

- Çok seversin demek. Hadi o zaman…

Kemanıyla bir ezgi başlattı. Ben de ona katıldım. Ezberimdeydi Plus bleu. İki kereden fazla dinlediğim her parça gibi.

Plus bleu que le bleu de tes yeux

Gözlerinden daha mavi Je ne vois rien de mieux bir şey göremiyorum 

Même le bleu des cieux 

hatta gök mavisi bile

Çalmayı durdurdu, şaşırmıştı. Başıyla beğenisini ifade eden bir işaret yaptı ve devam ettik:

Plus blond que tes cheveux dorés 
altın rengi saçlarından daha sarı 

Ne peut s’imaginer
bir şey hayal edilemez 

Même le blond des blés 
başakların sarılığı bile

Gerçekten de uzun zamandır hiç eğlenmediğim kadar eğlendim o gün. Ara sıra Enki aklıma geliyor ve karnıma acı kramplar giriyordu  girmesine ama şarkılar söyleyip dans edince, geri planda kalıyordu. Hava kararıncaya kadar şarkı söyledik. Önümüzden geçen bazı insanlar para attı kutusuna. Karnım acıkınca yakındaki bir kafeden sandviç aldım. Geri geleceğime yeminler ettirdi giderken. Ve geldim. Venedik’e hemen dönmekten vazgeçmiştim bile. İki şarkı arasında sohbet ettik. Norveç’ten geliyormuş. İki yıldır yollardaymış. Hep şarkı söylemiyormuş. Ara sıra ufak tefek işler yapıp günü kurtarıyormuş.

- Aşk acısı, değil mi? diye sordu, dayanamadı sanırım, anlatmamı istiyordu.

Gözlerimi kapatıp, gülümsedim acı acı. Sonra nazlanmadan anlatmaya başladım, ilk günden itibaren. Yani Venedik’te vaporettodaki karşılaşmamızdan, Viyana’daki son geceye kadar. Ne çok ihtiyacım varmış bunları anlatmaya, o zaman fark ettim.

- Çok mu yakışıklı? diye sordu. Yani benden daha mı yakışıklı?

İçimden bu soruya başımı geriye atıp kahkahalarla gülmek geldiyse de, onun yüzündeki ciddiyetin karşısında kendimi tutmak zorunda hissettim. Sadece çenemi sıvazlayıp, gülümsedim yayvan yayvan. Gözlerindeki ışık belli belirsiz gölgelendi. Yapma Niclas! Yapma gözünü seveyim. Kemanı eline aldı. Daha önce hiç duymadığım fakat içime dokunan, hüzünlü bir nağme döküldü kemanın tellerinden iki dakika boyunca.

- Çok dokunaklı dedim. Hangi şarkı bu?

- Teşekkür ederim, dedi gözlerini kaçırarak. Bir şarkı sayılmaz, az önce doğaçlama yaptım.

Bu sefer onu neşelendirme sırası bendeydi. A capella söylemeye başladım:

Hey Jude, don’t make it bad 
Hey Jude, daha da kötü yapma 

Take a sad song
Hüzünlü bir parça al

And make it better.
Ve onu neşeli hale getir.

Yere bakıyordu ben şarkıyı söylerken. Sonra bana kısacık bir bakış attıktan sonra gülümsemeye başladı. Sonra da kemanını eline alıp bana eşlik etmeye koyuldu. Bu o gün çaldığımız ve söylediğimiz son parça oldu. Bütün günü sokakta yeni tanıştığım çekici biriyle şarkı söyleyerek geçirmiştim. Eve dönüp haftasonunu yatakta ağlayarak geçirmekten daha iyi olduğu kesindi. Niclas, uçağımın ertesi akşam kalktığını biliyordu. Bana bu gece kalabileceğim iki tane güzel otel önerdi. Bunlar çok uzakta değillerdi. En yakındakine gitmeye karar verdim. Sokağın ucundaki küçük meydanın sağında kalıyordu.

- Israr etmek istemiyorum ama yarın da bekleyeceğim seni burada, gelirsen çok mutlu olurum, dedi.

- Söz vermek istemiyorum, dedim.

- Söz verme o zaman ama düşün, dedi. Ben bütün gün burada olacağım. Hava kararana kadar, bugünkü gibi.

Kollarını kocaman açtı. Sarıldık. Sonra ben son bir kere arkama dönüp ona baktım ve otele doğru yürümeye başladım loş sokakta. Kaldırımda durmuş beni izliyordu. Küçük meydanın oraya vardığımda arkamdan “Bekle!” diye bağıran sesini duyup döndüm. Koşarak gelmiş tıkanmıştı, iki büklüm olmuş, rastaları her bir yana dağılmış, bir eliyle karnını tutuyor bir eliyle de duvara tutunuyordu. Eşyalarını geride bırakmış, sokak boyunca koşmuştu.

- Niclas! Ne oldu?

- Dur, diyordu güçlükle, nefes nefese kalmıştı.

- Durdum zaten merak etme. Ne oldu? diye yineledim.

- Senin Instagram adını almadım.

- Lana de Vermont, dedim gülümseyerek, sonu T ile.

- Tamam, umarım yarın gelirsin Lana, dedi.

Otelin yolunu tuttum. Gün bir film şeridi gibi gözlerimden geçerken, resepsiyona yanaşıp oda sordum.
Oda konforluydu, yatak çok rahat, ben yorgun. Bu üçlü kombinasyon bir araya geldi ve ben akşamın geri kalanını olanı biteni düşünüp, uzanarak geçirdim. Uyuyakalmışım. Ertesi sabah kahvaltıya indiğimde hala kararımı verememiştim. Günü Viyana’yı dolaşarak geçirmeye çok meraklı değildim aslında, sadece derdim Niclas’la aramdaki mesafeyi doğru ayarlamaktı. Tekrar gidersem, buna özel bir anlam yükler miydi? Duygusal bir insana benziyordu evet, ama yapışkan değildi ve çok masum bir hali vardı. Bir yanım, bu kadar eğlence yeter Lana diyordu. Dön evine. Diğer yanım güzel bir gün geçirdin, kaybedecek neyin var, diyordu. Kahvaltı boyunca bu ikilemde kaldım. Gitmek. Gitmemek. Cep telefonumu kontrol ettim. Instagram’ı açtım. Niclas beni henüz eklememişti. Sonra Enki geldi aklıma, ve acı bir kramp derhal karnıma saplandı. Iğh. Gitmediğim takdirde, bütün günü bu kramplarla ve acılaşmış eski hatıralarla geçirecektim. Odaya çıktım. Rahatlatıcı bir duş aldıktan hemen sonra, kararımı vermiştim. Son bir kere Instagram’a baktım. Hala istek göndermemişti.

Küçük meydandan sola saptım. Biraz yürüyünce, müziğin sesini duydum. Kemanıyla sanıyorum doğaçlama bir şeyler yapıyordu. Sonra beni gördü. Durdu ve Walking on Sunshine şarkısının neşeli nağmeleri kemanından adeta taşmaya başladı. O an gelmekle çok doğru bir iş yaptığımı içimde duydum.

I am walking on sunshine! 
Güneş ışığında yürüyorum 

I am walking on sunshine!

Yüksek sesle ve dans ederek söylüyordu. Viyana’da güzel bir gün daha geçirecektim. Kollarını kocaman açtı dünkü veda zamanımızda yaptığımız gibi. Sarıldık.

- Yalnız çok kalamayacağım, dedim. Saat 16.00’da havaalanına hareket etmem gerek.

- Harika! 16.00’ya kadar çok zamanımız var.

Saatlerce şarkı söyledik. Mutlu ve enerjik şarkılardı bunlar, eskilerden, yenilerden. Wake me up before you go, Best day of my life, Sugar, Non je ne regrette rien. Dans ettik. Yorulunca oturduk. Soğuk bir şeyler içtik. Kendisinden biraz daha bahsetti. Üniversite’de antropoloji okumuş. Değişik kültürleri bu şekilde tanımayı amaçlıyormuş. Fakat zamanla okulun müfredatı oldukça teorik ve kuru gelmiş ona. Yetmemiş. O da sahaya  inerek  kültürleri  bizzat  yerinde  yaşayarak, birebir insanlarla karşılaşarak yaşamayı seçmiş bir süre için. En büyük rüyası barış içinde yaşayan insanlarmış. Greenpeace’e üye olmuş ergenlik çağlarında. Hala içinde bir aktivist olduğundan bahsetti. Barışçıl bir aktivist.

Gelen geçenler gene para attı. Dünya umurumda değildi. Bizden mutlusu yoktu. La Diva kızının Viyana sokaklarında şarkı söyleyip dans etmesine para atan insanları görse diye geçirdim içimden bir an, herhalde kahrından oracıkta ölürdü. Ama La Diva’nın beni görme ihtimali sıfırdı. Milano’da Monteverdi’nin Orfeo operasının provalarına çalışıyordu. La Diva göremezdi evet. Doğru. Fakat saat 14.00’e geliyor olmalıydı, Niclas, Pharrel Williams’ın Happy şarkısını çalıyordu o sırada, ben de yanında gülücükler dağıtarak dans ediyordum.

Garip bir şey ama önce kadını tanıdım. Enki’nin evinden çıkarken gördüğüm kadının aynısıydı. Sonra da Enki ile göz göze geldik. Sanki onu asırlar önce görmüştüm. Bakışları önce üstümde durmadı. Sonra ona baktığımı görünce, kaldırımın ortasında, kalakaldı, şaşkınlıktan ağzı aralanmıştı. Dans etmeyi bıraktım. Karnıma, o kaçmaya çalıştığım sızının en büyüğü saplandı. Niclas hiçbir şeyin farkında olmadan neşeli parçasına devam ediyordu. Enki hızla bana doğru yaklaştı. Kolumdan kavradı:

- Ne yaptığını sanıyorsun sen burda?

Niclas Enki’nin kolumdan tuttuğunu farketti, şaşkınlık içindeydi, çalmayı, söylemeyi bırakmıştı.

Kolumu güçlü elinden kurtarmaya çalışıyordum.

- Bırak! Asıl sen ne yapıyorsun “danışanınla” bir Pazar günü, dedim.

Yüzünde bir çizginin bile kıpırdamadığına inanamadım.

- Bu kim? dedi. Çenesiyle Niclas’ı gösteriyordu pek tabii ki.

Niclas o sırada bir bana, bir Enki’ye bir de diğer kadına bakıyordu.

- Sana  ne?  dedim.  Çok  mu  umurunda?  Şu  haline  bak. Utanmadan bir de bana hesap soruyorsun.

Ne dediğimi dinlemiyordu bile, otomatiğe bağlamış gibiydi.

- Nerden çıktı bu herif? Ne ara tanıştınız? Yoksa onu mu görmeye gelmiştin Viyana’ya?

- Delirdin mi sen? Ya bu kadın nereden çıktı? Hani danışanındı? Aptal mıyım ben? Sonra onun ses tonunu alayla taklit ederek: “çok yoğunum Lana, çok çalışıyorum Lana, yemek bile yemiyorum Lana”. Evet, evet çok çalışıyormuşsun, fazla mesaiden başını kaldıramıyorsun belli, dedim.

- Yattın mı onunla yoksa? Doğruyu söyle!

Açıkçası, böyle bir şeyi dert etmesi bile yarama biraz olsun merhem olmuştu.

- Evet yattım! Kollarında uyudum dün gece. Mükemmel bir aşık! dedim, onun da biraz canı acısın istiyordum.

Enki, Niclas’a doğru gözlerinden adeta zehir fışkırtırcasına baktı. Bu tartışma daha sürer giderdi, kimbilir daha ne saçmalıklarla Enki kendini haksızken haklı pozisyonuna getirirdi. Fakat, diğer kadın, Almanca anlamadığım bir şeyler söyledi uzaktan Enki’ye doğru ve sırtını dönüp geldikleri yönün aksine yürümeye başladı. Enki, gözlerini kaldırımın üzerindeki bir noktaya dikti önce. Sonra başını bana doğru kaldırdı. Sonra Niclas’a baktı. Sonra yine bana bakıp, “görüşeceğiz” der gibi, başını yukarıdan aşağıya birkaç kere salladı ve kadının arkasından köşeyi dönüp, görüş alanımdan çıktı. Hayat o an bitmiş gibi geldi bana. Niclas, elinde kemanı, üzgün bir ifadeyle duvara yaslanmış, kaldırıma bakıyordu. Enki’nin gittiğini görünce bana baktı.

- Bu o herhalde, dedi. Bay Yanlış Çiçek.

Sonra kollarını açıp, bana şefkatle sarıldı. Gözümden akan yaşlara engel olmadım.

- Üzülme dedi. Seni burada bırakıp, başka bir kadının arkasından giden biri için üzülme sakın.